Düşündürenler
Pekin’e Karşı Koymak: ABD için Alternatif Bir Çin Politikası - Aaron L. Friedberg

Düşündürenler

Pekin’e Karşı Koymak: ABD için Alternatif Bir Çin Politikası - Aaron L. Friedberg

Washington’un Çin’e bugünkü yaklaşımı, Soğuk Savaş dönemindeki çevreleme politikasından (strategy of containment) farklı olarak, bilinçli bir planlama sürecinin sonucu değildir. Bu yaklaşımın, ayrıntıları hiçbir resmi belgede yer almamakla birlikte, adı bile geçmemektedir. Yine de yirmi yıllık bir dönemin büyük bir bölümünde ABD, angajman ve dengeleme unsurlarını birleştiren, tutarlı ve çift yönlü bir strateji izlemiştir.

 

Richard Nixon’dan Barack Obama’ya kadar, yönetimde olan ABD başkanları; diplomasi, ticaret, bilimsel iş birliği ve eğitim-kültür alanlarında değişim programları gibi yollarla Çin’i beraber çalışmaya çekmek için uğraş vermişlerdir. 1990’ların ortalarından beri gelen yönetimler de, Doğu Asya’da ABD’nin lehine bir güç dengesi sağlamaya çalışmıştır. Çin güçlendikçe, ABD de bölgede kendi askeri becerilerini güçlendirmiş, geleneksel müttefikleriyle stratejik iş birliğini artırmış ve Hindistan ve Singapur gibi, kendisiyle benzer endişeleri paylaşan diğer ülkelerle yeni ortaklıklar kurmuştur.


Bu stratejinin angajman ayağı, Çin’i küresel ticarete ve uluslararası kurumlara dahil etmeye, halihazırdaki duruma meydan okuması konusunda caydırmaya ve George W. Bush yönetiminin deyimiyle, var olan uluslararası sistemin “sorumlu bir paydaşı” haline gelmesi için teşvik etmeye odaklanmıştır. Her ne kadar ABD’deki politika yapıcıları, son yıllarda bu konuda daha ihtiyatlı bir tavır sergilemişlerse de, ticaret ve diyalog sayesinde Çin’in zaman içinde bir liberal demokrasiye dönüşmesini hep ummuşlardır. Washington’un Çin stratejisinin diğer kısmı olan dengeleme ayağı ise, istikrarı korumaya ve angajman ayağı etkisini gösterene kadar saldırganlığı ya da tehdit girişimlerini engellemeye çalışmıştır.


Son dönemdeki olaylar, bu stratejinin her iki unsuru hakkında da ciddi kuşkulara yol açmıştır. On yıllardır süregelen ticaret ve diyaloğa rağmen; Çin’in siyasi anlamda liberalleşmesi hızlanmamıştır. Hatta son birkaç yılda, yurt içindeki muhalefete karşı alınan önlemlerin bariz bir şekilde sertleştiği görülmektedir. Bununla birlikte, iki Pasifik güç arasındaki, çok değer verilen ekonomik ilişki de önemli bir sürtüşme kaynağı haline gelmiştir. Daha ileri iş birliği umutlarına karşın Pekin, Kuzey Kore’nin nükleer silahlar edinmesi ya da İran’ın bu silahları geliştirme girişimleri gibi acil çözüm bekleyen uluslararası  sorunların çözümünde Washington’a pek az yardım etmiştir. Son olarak, Çin’deki liderler, halihazırdaki durumu kabul etmek şöyle dursun, ülke kara sularının ötesindeki denizleri ve kaynakları kontrol etme girişimlerinde giderek daha zorlayıcı hale gelmişlerdir. Dengeleme konusunda ise, Çin’in askeri becerilerinin sürekli artışı, ABD’nin savunma harcamalarının önümüzdeki dönemde kısılacak olmasıyla birleşince, bölgedeki güç dengelerinin Pekin lehine ciddi biçimde değişeceğini düşündürmektedir.

 

NEDEN HEP BİRLİKTE İYİ GEÇİNEMİYORUZ?


Bugün, Çin’i yöneten kesim hem kibirli hem de kendine güvensizdir. Onlara göre Çin’in istikrarı, refahı ve prestiji için Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) yönetimde kalması elzemdir; bunun, kendi güvenlikleri ve rahatları için de hayati olması bir rastlantı değildir. Bu kesim, ekonomik anlamda bir tür kapitalizmi büyük ölçüde kabul etmiş olmasına karşın, siyasi gücü elden bırakmama konusunda hala kararlı görünmektedir.


ÇKP’nin, yönetimi elde tutma kararlılığı; rejimin tehdit algılarına, hedeflerine ve politikalarına da yön vermektedir. Kendi meşruiyetleri konusunda endişe duyan Çinli liderler, kendilerini ulusal onurun bekçisi olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Çin’in ABD’yle eş düzeyde bir dünya gücü olma yolunda ilerlediğine inanmalarına rağmen, kuşatılmaya ve ideolojik anlamda yıkılmaya yönelik derin korkuları mevcuttur. Ayrıca, Washington’un kendi iyi niyeti konusunda onları ikna etme çabalarına karşın Çinli liderler, ABD’nin, Çin’in yükselişinin önünü kesmeyi ve sonuçta Çin’deki tek parti rejiminin altını oymayı hedeflediğinden eminlerdir.


Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana, Çin de ABD ile benzer şekilde, en büyük rakibine karşı temelde değişmeyen bir yaklaşım sergilemiştir. Pekin, genelde, ABD’yle doğrudan karşı karşıya gelmekten kaçınmış, ama öte yandan da ekonomik büyümesini sürdürmüştür. Askeri güç, teknolojik yetkinlik ve diplomatik nüfuzu kapsayan ve Çin’e özgü bir stratejik konsept olan “kapsamlı ulusal güç”ün bütün unsurlarını geliştirmiştir. Çin’deki yönetim, savunmada olduğunda bile pasif kalmaya razı olmamıştır. Yetkililer, Çin’in daha fazla ilerlemesini, nüfuz alanını yavaş yavaş genişletmesini ve Asya’daki konumunu güçlendirmesini arzu ederken; ABD’nin bu unsurlarda gücünün aşınması için de sessizce çabalamışlardır. Telaffuz etmekten dikkatle kaçınsalar dahi, Çin’in uzun vadede ABD’nin yerini almasını, bölgede üstünlüğü olan bir güç olarak hak ettiği konumu yeniden elde etmesini istemektedirler. Çinli strateji uzmanları, bu hedefe hızla ya da cepheden saldırı yoluyla ulaşabileceklerine inanmamaktadırlar. Bunun yerine, kendilerine karşı doğabilecek dengeleme çabalarına yanıt vermek için Çin’in dev ekonomisinin çekici gücüne dayanarak, komşularına güven vermeye çalışmaktadırlar. Pekin, eski askeri strateji uzmanı Sun-tzu’nun öğütlerinden yola çıkarak, Çin’in temennilerine karşı koymanın beyhude bir çabadan ibaret olacağı bir ortamı yavaş yavaş yaratmayı ve sonuç olarak “savaşmadan kazanma”yı hedeflemektedir. ABD ile Çin arasında bugüne kadar gerçek bir ittifak kurulamamasının nedeni, bu konuda çaba gösterilmemesinden ziyade, temel çıkar farklılıkları olmasıdır. Belirli konularda sınırlı iş birliği mümkün olabilse de, iki ülke arasındaki ideolojik uçurumun  fazla büyük ve aralarındaki güvenin de bir o kadar az oluşu, istikrarlı bir birlikte yaşama düzeni kurulmasına izin vermemektedir. Çin’de şu anki yönetimin nihai olarak istediği bölgesel hegemonya Washington’daki muhatabının vermek isteyeceği bir şey değildir. Bu, on yıllardır değişmemiş olan ABD’nin büyük stratejisinin temel hedeflerinden birine ters düşmektedir: Avrasya kıtasının iki ucundan birinde, bir ya da daha fazla sayıda potansiyel düşman gücün tahakkümünü engellemek. Bu hedefin nedenleri arasında, öngörülebilir gelecekte geçerli olmayı sürdürecek stratejik, ekonomik ve ideolojik unsurlar bulunmaktadır.


Bölgede ABD varlığı tarafından dizginlenmemiş bir Çin, bariz bir fetih politikası gütmeyebilir; ancak tartışmalı bölgelere ve kaynaklara yönelik taleplerini zorlayacak pozisyonda olacaktır. Kıyıları boyunca gelebilecek tehditlere karşı kendini savunmak zorunda kalmayan bir Çin; askeri gücünü Hint Okyanusu, Ortadoğu ve Afrika’daki menfaatlerini gütmeye yönelik  olarak daha geniş bir alanda kullanabilecektir. Çin’in büyüyen nüfuz alanında, Pekin’in dikte ettiği ticaret anlaşmaları sebebiyle, ABD şirketlerinin piyasalara, ürünlere ve doğal kaynaklara erişimleri kısıtlanabilecektir. ÇKP yönetimde olduğu sürece, Çin’in çevresindeki ülkelerde de siyasi reform umudu çok zayıf olacaktır. Ayrıca Pekin, kendisi için güvenli bir merkez olan Asya’da yer almayan, başka bölgelerdeki otoriter rejimlere yardım ve destek verebilecektir.


Ancak Çin siyasi bir dönüşüm geçirse bile, Washington’la arasındaki gerilim bir anda yok olmayacaktır. Eğer tarihin bize öğrettiği bir şey varsa, o da; liberalleşme sürecinin iç çalkantılara yol açabileceği ve başka ülkelerle çatışmaya girme riskinin artabileceğidir. Demokratik bir Çin’in, bölgesel konularda sesinin daha güçlü çıkmasını istemesi kuşkusuzdur ve hedefleri de ABD’ninkilerle her zaman uyuşmayacaktır. Ancak uzun vadede, ABD-Çin iş birliği için koşullar çok daha elverişli hale gelecektir. Kendi meşruiyetinden emin olan bir yönetim, dünya demokrasileri tarafından kuşatılmaktan ya da devrilmekten endişe etmeyecektir. Bu arada, diğer ülkeler Çin’i bir tehdit olarak algılamaktan vazgeçtikçe, Pekin de, Tayvan dahil, kendi komşularıyla iki taraf için de kabul edilebilir anlaşmalara varmanın daha kolay hale geldiğini görecektir.


ABD, tıpkı İngiltere’nin Batı Yarımküre’deki ABD üstünlüğünü kabullendiği gibi, Doğu Asya’da hakim güç olacak demokratik bir Çin ile yaşamayı öğrenebilir. Ancak Pekin gerçek anlamda demokrasiye geçmediği sürece, Washington dengeleme politikasını bırakmaya ve bölgeden çekilmeye istekli olmayacaktır. Aynı zamanda, ciddi bir kriz ya da büyük bir meydan okuma olmadığı sürece, Washington angajman çabalarından da büyük olasılıkla vazgeçmeyecektir. Bu karma strateji bir şekilde ve en azından bir süre daha sürecektir. Ancak gerçekten etkili olabilmesi için, bu stratejinin iki ayağının da kapsamlı ayara ihtiyacı vardır.

 

SLOGANLARDAN STRATEJİYE


ABD’nin yapması gereken ilk iş, Çin’in süregelen askeri birikimine karşılık, stratejisinin dengeleme ayağını güçlendirmektir. Başlangıçta Obama yönetimi; ters yönde adımlar attı, sınırlamaya ilişkin söylemi azalttı, daha geniş ve derin bir iş birliği için imkanları vurguladı ve ABD-Çin ilişkilerindeki birinci önceliğin, eski Dışişleri Bakan Yardımcısı James Steinberg’in adlandırdığı gibi “stratejik güvence” olması gerektiğini öne sürdü. Neyse ki; 2010’da yönetim rotasını değiştirmeye başladı. O yıl içerisinde baş gösteren ve Çin ile Japonya, Filipinler, Güney Kore, Vietnam ve başka ülkeler arasındaki gerginlikleri artıran bir dizi olaya karşılık olarak; ABD yetkilileri, dengelemeye olan bağlılıklarının altını çizmeye başladılar. ABD yönetimi, niyetini tanımlayacak bir slogan üretecek kadar bile ileri gitti: Afganistan ve Irak’taki varlığını azaltma yolundaki ABD, yüzünü Doğu Asya’ya çevirecekti.


Günümüze kadar ciddi bir içerik oluşturulmamış olması, bu yeni eksenin sorunudur. Bu yöndeki fiiliyat ya az sayıda ABD deniz piyadesinin Avustralya’da konuşlanması gibi yalnızca sembolik hareketlerle ya da başka yerlerde bulunan hava ve deniz güçlerinin yerlerinin değiştirilmesiyle sınırlı kalmıştır. Pentagon’un genelde, karşı kuvvetleri “parçalamak, yok etmek ve yenmek için geliştirilmiş birbirine bağlı, entegre ve derinlikli bir saldırı” olarak tanımladığı yeni bir “hava-deniz savaşı” konseptine yapılan muğlak göndermeler dışında; ABD yönetimi, Çin’in artan askeri becerisine nasıl karşılık vereceğini açıklığa kavuşturmamıştır. Aksine, bu yeni yaklaşımın duyurusunun akabinde Savunma Bakanlığı sözcüleri, bu stratejinin öncelikle Çin’e yönelik olacağı gibi bariz bir gerçeği teyit etmekten özenle kaçınmıştır. Özellikle bugünkü mali ortamda, herhangi bir yönetimin, Çin’in artan gücünden kaynaklanan tehdidin doğası hakkında açık sözlü olmadıkça, Asya’da ABD’nin lehine bir güç dengesi sağlamak adına ihtiyaç duyacağı kamuoyu desteğini harekete geçirmesi zordur. 


Risklerin şimdikinden daha büyük olması da zordur. 1990’ların ortalarından beri Çin, Pentagon planlamacılarının asimetrik “erişim karşıtı/alan yasaklama” (“anti-access/area-denial”, A2/AD) becerileri olarak tanımladığı politikanın parçalarını birleştirmektedir. Bu becerilerin temelinde; hassas, nispeten ucuz, konvansiyonel başlıklı balistik ve güdümlü füzelerden oluşan bir cephane geliştirilmesi yatmaktadır. Çin, bu silahlarla batı Pasifik’te bulunan hemen hemen her hava üssü ve limanı hedef alabilir, kıyıların yüzlerce mil uzağındaki düşman yüzey gemilerini (ABD uçak gemileri de dahil olmak üzere) batırma tehdidinde bulunabilir. Çin Halk Kurtuluş Ordusu da (The People’s Liberation Army) siber-savaş ve uydu tahrip silahları konusunda deneyler yapmakta ve kıtalar arası nükleer füzelerden oluşan sınırlı gücünü genişletmektedir.


Güçlü bir ABD tepkisi olmazsa, Çin’deki planlamacılar, menzili genişleyen A2/AD becerilerinin, ABD’nin müdahaleden ya da bölgede meydan okumaya yönelik bir kışkırtma girişiminden çekinmesini sağlayacak kadar etkileyici olduğu sonucuna varabilirler. Daha da kötüsü, eğer ABD müdahale edecek olursa; Batı Pasifik’teki konvansiyonel ABD kuvvetlerine ağır bir darbe vurabileceklerine ve ABD’nin önünde de nükleer tırmanma dışında pek az seçenek kalacağına kendilerini inandırabilirler. İstikrarın korunması için, Çin’deki liderlerin böyle bir saldırıyı başlatmanın kendi çıkarları doğrultusunda olacağını düşünmeleri ihtimalinin azaltılması gereklidir. ABD ve Çin’in doğrudan askeri bir meydan okumaya girişmesi elbette çok düşük bir ihtimaldir. Ancak ABD stratejisinin dengeleme ayağının amacı; Çin’in gücü artsa bile, bunun böyle düşük bir ihtimal olarak kalmasını sağlamak olmalıdır.


Pekin’in silahlanma sürecine yeterli düzeyde mukabele etmemek, Washington’un Asya’daki müttefiklerine sunduğu güvenlik teminatının itibarını zedeleyebilir. Bağlılık ve kararlılığın sürdüğü konusunda ABD’den güçlü sinyaller gelmezse; ABD’nin bölgedeki dostları, ortada bırakılma korkusuna kapılabilir, sonunda cesaretleri kırılınca taviz politikalarının çekiciliğine karşı koyamayabilirler. Washington bunu engellemek için söylemden daha fazlasını yapmak zorundadır. ABD ve müttefikleri bir araya geldiğinde, Çin’i dengelemek için fazlasıyla kaynağa sahiptir. Ancak eğer Washington, müttefiklerinden kendi savunma girişimlerini artırmasını istiyorsa, Çin’in artan becerilerine kendisinin de ciddi bir mukabelede bulunması gerekecektir. Asya söz konusu olduğunda ABD’nin, ilk olarak The New Yorker’da Obama yönetiminin “geriden liderlik” merakı olarak adlandırılan yöntem gibi bir seçeneği bulunmamaktadır. 


Çin’in A2/AD stratejisinin etkisini azaltmak için ABD ve müttefikleri; uzayda ve siber-uzaydakiler de dahil olmak üzere, Çin’in ilk etapta vurmaya çalışacağı hedefleri dağıtmak, güçlendirmek ya da başka biçimlerde savunmak konusunda gözle görülür adımlar atmak zorundadırlar. Günümüzdeki savaşlar, savunmayla kazanılmamakta ve yalnızca tepkisel bir karşı duruşla da caydırıcı olmamaktadır. Hava-deniz savaşı kavramının iç yüzü bu şekildedir. Bu stratejiyi savunanlar, Çin kendi doğu kıyısındaki hedefleri vurma becerisini geliştirdikçe, ABD’nin de geniş ölçekli ve konvansiyonel karşı saldırı yapma seçeneklerini geliştirmek zorunda olduğunu öne sürmektedirler.


Ardındaki stratejik mantık ne olursa olsun, hava-deniz savaşı kavramı birkaç nedenden ötürü tartışmalara yol açmıştır. Çin’e büyük çaplı konvansiyonel saldırılar düzenlemek, artan bir karşılık bulabilir, ki buna nükleer silah kullanma olasılığı da dahildir. Çin’in silahlarının giderek artan menzili dışında, gücünü tahmin edecek yeni sistemleri geliştirmek için zaman ve para gerekecektir; bu da silahlı kuvvetlerin geleneksel olarak tercih ettiği türden projelerin kaynaklarının azalması demektir. ABD’nin daha çok sayıda uçak gemisi ve pilotlu savaş jetleri yerine birbirinden farklı birçok beceriyi geliştirmeye ihtiyacı vardır. Bunlara örnek olarak, uzun süre havada kalabilen insansız uçaklar, yeni nesil bir insanlı bombalama aracı, yeni uzun menzilli konvansiyonel füzeler ve hassas silahlarla donatılmış göze batmayan cephane gemileri verilebilir.


Muhtemel mali engeller, siyasi itirazlar ve stratejik belirsizlikler göz önüne alındığında; ABD ve müttefikleri, Çin’in artan A2/AD becerilerine cevap verebilecek tam anlamıyla etkili ve ikna edici konvansiyonel karşılıklar geliştiremeyebilirler. Tıpkı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi; caydırıcılık, gerginliğe karşı makul seçeneklere de dayanmalıdır. ABD’nin,müttefiklerini korumak için nükleer silahlar kullanabileceği vaadi, halen ABD’nin savunma taahhütlerinin temelini oluşturmaktadır. Ancak Çin’in uzun menzilli nükleer cephanesi büyüdükçe, bu tehdidin inanılırlığı azalacaktır.


ABD, gittikçe daha yüksek şiddette tırmanma ihtimali yerine,  yatay eksende gerilim olasılığına karşı da önlemler geliştirmelidir. Bunlar arasında en bariz olanı, bir saldırıya karşılık verme becerisini, Çin’in denizden iletişim hatlarını kesmek için denizci dostlar ve müttefiklerden oluşan bir koalisyona katılarak güçlendirmek olacaktır. Örneğin Pekin, güç kullanarak Güney Çin Denizi’nde veya Tayvan’a karşı hızlı bir zafer kazanabileceğine inansa bile, bunun ardından, deniz yoluyla ihracat yapma imkanını ya da ekonomisini işler durumda tutabilmek için ihtiyacı olan enerjiyi ve diğer kaynakları yitirme olasılığıyla karşı karşıya kalacaktır. ABD bu tehdidin inandırıcılığını, bugün zaten önemli bir avantaja sahip olduğu denizaltı savaş teknolojilerine daha fazla yatırım yaparak artırabilir; Avustralya, Hindistan, Japonya ve diğer ülkelerin donanmalarıyla iş birliğini derinleştirebilir; Güneydoğu Asya’daki ülkelere, kendi hava sahalarını ve kara sularını korumak için ihtiyaç duydukları silahları edinme konusunda destek olabilir.

 

MUTLU KONUŞMALARIN ÜZÜCÜ DURUMU


ABD, Çin’i dengeleme konusundaki çabalarını yoğunlaştırırken, Çin’le ilişkisini de sürdürmelidir. ABD yetkilileri, hem sözleriyle hem de eylemleriyle, Çin’le olabilecek en iyi ilişkiyi kurmak için gayret ettiklerini göstermelidirler. Ancak gerçekteki başarılar ile görüş birliği sağlanan alanları abartmaktan ve sorunlar ile ayrılıkları hafife almaktan vazgeçmelidirler. Diplomatik ve mutlu söylemler, Pekin’in Washington’un niyetine dair algısını hiçbir zaman yumuşatmamıştır; yalnızca Amerikan halkına ve dost ülkelere ABD-Çin ilişkilerinin durumu konusunda gerçekçi olmayan bir tablo çizmiştir.


ABD’nin, bu ilişkiyi kendi içinde arzu edilir olarak görmek yerine,  daha net ve sonuç almaya odaklı bir yaklaşım benimsemesi gerekmektedir. Başlangıç noktası, ticarettir. İkili ekonomik ilişki her iki tarafa da hala yarar sağlamakla birlikte,  son dönemde giderek dengesiz bir hal almıştır. Pekin, kur politikasını ve çeşitli sübvansiyonları kendi ihracatını artırmak için kullanmaktadır. Yabancı şirketleri, iç pazara erişim izni karşılığında Çin’e teknoloji transfer etmeye zorlamaktadır. Çin şirketleri fikri mülkiyette toptan hırsızlık yaparken de, Pekin başka tarafa bakmaktadır. 1970 ve 1980’lerin Japonya’sından farklı olarak; Çin, sadece, dengeleri kendi lehine bozmak için merkantilist yöntemler kullanan problemli bir ticaret ortağı değildir;  aynı zamanda, stratejik üstünlük elde etmek için ticari ilişkileri kullanan jeopolitik bir rakiptir.


Çin’in ABD’yle olan devasa dış ticaret fazlası ve Pekin’deki dolar bazlı varlık birikimi, bu nedenle, ekonominin ötesine geçen kaygılar yaratmaktadır. Son yıllarda Çinli analistler ve yetkililer, Washington’un Tayvan’a silah satışı ve Dalai Lama’nın başkan düzeyinde görüşmeler yapması gibi konularda Çin’in isteklerini geri çevirmesi durumunda, Çin’in bu varlıkları satmaya başlayabileceğini, böylece ABD’deki faizlerin yükseleceğini ve ABD’deki büyümesinin yavaşlayacağını öne sürmektedirler. Böyle bir girişimin Çin ekonomisine de en az bir o kadar zarar vereceği gerçeği, bir kriz anında Pekin’in böyle bir şeye asla kalkışmayacağının garantisi olamaz. Ayrıca ABD’deki politika yapıcıların Çin’in tehditlerine boyun eğmeyeceği, sağlam durmaları gereken zamanda geri adım atmayacağı da kesin değildir. Sonuç olarak, eğer Washington mümkün olan en büyük hareket özgürlüğüne sahip olmak istiyorsa, en büyük jeopolitik rakibine bu derece borçlu olmayı sürdüremez.


Yuan’ın yeniden değer kazanması, ABD-Çin ticari açığını kısmaya yardımcı olabilir; ancak ekonomistler bunun ne derece etkili olacağı konusunda tartışmaktadırlar. Geçmiş deneyimlere bakarak, Çin’in ancak ciddi dış baskı karşısında anlamlı düzenlemeler yapacağı kesin olarak söylenebilir. 2005 yılında, o zamanın ABD Hazine Bakanı olan John Snow, Çin’i para manipülasyonu yapmakla suçlayan bir rapor yazıp Kongre’ye sunacağı konusundaki uyarıda bulununca Pekin, kendi para biriminin değerinin artırılmasını kabul etmişti. Beş yıl sonra Çin yetkilileri, bu kez diğer ülkelerin Çin’in döviz kuru politikasını eleştirmeye hazırlandığı bir G-20 zirvesinden kısa bir süre önce, Yuan’ın değerinin biraz daha artmasına izin verdiler.


Her ne kadar Çin’le olan genel ticaret dengesi endişe vericiyse de, ileri teknoloji sektörü, ABD’deki politika yapıcılarının özellikle dikkat etmesi gereken bir alandır. Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana Washington, potansiyel düşmanların kendi gelişmiş silahlarını üretme amacıyla kullanabileceği teknolojilerin ihracatını denetleyip denetlememe meselesiyle boğuşmaktadır. Teknolojik uzmanlığın küresel dağılımı nedeniyle, kimi iş ve bilim çevreleri bu tür denetimlerin en iyi ihtimalle işe yaramaz olduğuna, en kötü ihtimalle de ABD’nin rekabet gücünü zedeleyeceğine inanmaktadır. Ancak, şüpheciler bile, ABD’nin gizlilik ve şifreleme teknolojilerinde, tek taraflı ihracat denetimleri aracılığıyla koruyabileceği ve koruması da gereken üstünlüklere sahip olduğunu kabul etmektedir. Çin’in artan gücüne yönelik endişeler, çok taraflı denetim mekanizmalarını da yeniden canlandırabilir. Avrupa ve Asya’daki diğer gelişmiş ülkeler de Çin’in ordusuna hizmet etmek ya da havacılık ve telekomünikasyon endüstrilerinin rekabet gücünü artırmaktan korktuğu için, bazı ikili kullanım teknolojilerinin Çin’e ihraç edilmesini sınırlamak konusunda iş birliği yapmaya artık daha istekli olabilir.


İhracat denetimleri, en iyi ihtimalle, çok daha büyük bir sorunun tek bir parçasına yönelik olacaktır. Çin, hassas teknolojilere çeşitli yollardan erişebilir. Çin’in bilimsel ve sanayi casusluğu ise kapsamlıdır. Bu ülke hem rüşvet ve hırsızlık gibi kadim teknikleri hem de daha yeni ve çoğu zaman daha etkili siber-yöntemleri kullanmaktadır. Çin, eski güvenlik duvarlarını aşmanın yanı sıra, yabancı şirketlerden pay alma ya da Çin’in teknoloji ve bilgiye ulaşmasını sağlayacak ürünleri onlara satması yoluyla artık doğrudan ön kapıdan girme seçeneğine sahiptir. ABD’li hizmet sunucularına yeni nesil telefon santrali ekipmanı satan bir Çinli şirket, Çin istihbarat birimlerinin hassas olabilecek ABD bilgilerinin dinlenmesini mümkün kılabilir. Aynı şekilde Çinlilerin sahip olduğu şirketler; bilgisayarları, iletişim sistemlerini ve hatta silahlara takılan mikroçipleri sabote edebilir ya da onlar üzerinde değişiklik yapabilir. ABD ve onun sanayi alanında gelişmiş müttefikleri, yüksek teknolojideki tedarik zincirini daha dikkatli izlemek ve Çinli şirketlerin kendi ekonomilerine yaptığı yatırımları düzenlemek zorundadır; çünkü bu şirketlerden bazıları Pekin’le ve Halk Kurtuluş Ordusu’yla bağlantılıdır.

 

YERİNİ KORU


ABD politikalarını burada özetlendiği biçimiyle yeniden düzenlemeye karşı başlıca itiraz; bunun, ABD’nin korktuğunun başına gelmesine neden olacağı, Pekin’deki “şahin”lerin elini güçlendireceği ve reform yanlısı liberalleri zayıflatacağı görüşüdür. Çin’de iktidara talip olanlar arasında iyi adamların da bulunduğu ve meydan okumadan kaçınan bir yaklaşımın onların lehine olacağı düşüncesinin bir çekiciliği vardır. Ancak bu noktada bunun tersi de bir o kadar akla yatkındır. Washington daha yumuşak bir tavır takınırsa, Pekin’deki şahinler bunu kendilerine mal etmeye kalkabilirler. Bu değişimin, uzun süredir savundukları, askeri yığınağın mütemadiyen artırılması da dahil olmak üzere, izledikleri sert politikaların doğrudan bir sonucu olduğunu iddia edebilirler.


Amerikalı politika yapıcıların, tam olarak idrak edemedikleri bir parti içi rekabeti biçimlendirmeye kalkışması tehlikeli olacaktır. Bu, Çin’in siyasi evrimine yönelik bir kayıtsızlık olduğu anlamına gelmez; hatta bundan çok uzaktır. Ne var ki; dışarıdan herhangi bir gücün sonuca yapacağı bir etki, ancak dolaylı bir şekilde ve uzun vadeli olabilir. Demokratik ülkeler, Çin’de sivil toplumun gelişimini desteklemeyi, Çin’e yeni fikirlerin akması ve ülke içinde dolaşımı konusunda mümkün olduğunca özgür bir ortamın sağlanmasına yardım etmeyi ve gerçek reformlar için riske girenlerin arkasında durmayı sürdürmelidir.


En azından şu an için Asya’daki eğilimler istenilenin aksi yönünde hareket etmektedir. Küresel finans krizinin üstünden dört yıl geçmesine rağmen, ABD hala ekonomik durgunluğa saplanmış haldedir ve siyasi kilitlenmeden kurtulabilmiş değildir. Ülke ekonomisi yavaşlama belirtileri gösterse dahi, ÇKP yönetimindeki Çin, zenginleşmeyi ve güçlenmeyi sürdürmektedir. Ancak bu durumun, çok da uzak olmayan bir gelecekte, tersine döneceği düşünülebilir. ABD ve sanayisi gelişmiş diğer demokrasiler, şimdiki zorluklardan kendilerini kurtaracaklardır; ancak ÇKP önderliğindeki bir Çin bu sıkıntıları aşamayabilir. Çin; kontrolsüz bir yolsuzluğun, hızla yaşlanan bir nüfusun ve çoğu uzmanın sürdürülemez bulduğu yatırıma dayalı ekonomi modelinin birleşik etkileriyle baş etmek zorunda kalacaktır. ABD ve müttefiklerinin imkanları artsa bile, Çin’in stratejik bir rakip olması ihtimali azalacaktır. ABD’deki politika yapıcıların önündeki zorluk, aradaki belirsizlik ve zaruret döneminin en iyi şekilde nasıl atlatılacağıdır.


Çin’in son dönemdeki tutumu bu açıdan yararlı olabilir. Pekin’in saldırgan yaklaşımı, Çin’in pek çok komşusu nezdinde derin bir tedirginlik yaratmış, onları bu Asya devini dengelemek adına iş birliği yapmaya her zamankinden daha çok yöneltmiştir. Bu nedenle, bölgedeki diğer yönetimler, son zamanlarda Washington’dan yükselen daha sert söylemlerden genelde memnundurlar. Ancak ABD’nin bu cesur sözlerinin arkasında durmasını sağlayacak kaynaklara ve kararlılığa sahip olup olmadığı konusunda kuşku duymaktadırlar. Kasım’da kim başkan seçilirse seçilsin, bu kuşkuları dağıtmak zorunda kalacaktır. Çin’in birikimine karşılık verecek bir strateji geliştirmek ve uygulamaya koymak, aynı zamanda da ekonomik iş birliği konusunda daha sert bir tutum takınmak önemli olacaktır. İlke meselelerinde de taviz vermemeyi sürdürmek gerekecektir. ABD, Pekin’le iş birliği yapar ve onu dengelerken, George Kennan’ın Çin gücünün “kademeli yumuşatılması” olarak nitelendirebileceği politikayı desteklemek için de elinden geleni yapmalıdır.



Aaron L. Friedberg, Princeton Üniversitesi Woodrow Wilson School of Public and International Affairs’de Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Profesörüdür. Aynı zamanda, A Contest for Supremacy: China, America, and the Struggle for Mastery in Asia (Üstünlük Yarışı: Çin, Amerika ve Asya’daki Hakimiyet Mücadelesi) kitabının da yazarıdır. 2003-2005 yılları arasında Başkan Yardımcısı’na bağlı olarak, Ulusal Güvenlik İşleri Asistan Yardımcısı sıfatıyla görev yapmıştır. 


The Council on Foreign Relations Bu içeriğin telif hakkı Foreign Affairs’e aittir. Foreign Affairs, Global İlişkiler Forumuʼna (GIF) bu içeriği tercüme etme ve GIF internet sitesinde yayınlama hakkını vermiştir. Foreign Affairs ve GIF bağlı kurumlar değildir. Foreign Affairs, GIF sitesinde yayınlanan içerikten sorumlu değildir, ifade edilen fikirler ile ilgili bir pozisyon aldığı sonucu çıkarılamaz. Aynı şekilde, GIF Foreign Affairs sitesindeki içerikten sorumlu değildir.