Düşündürenler
Avrupa-Atlantik Güvenlik Topluluğu’nun Tesis Edilmesinde Türkiye Boyutu - Euro-Atlantic Security Initiative (EASI)

Düşündürenler

Avrupa-Atlantik Güvenlik Topluluğu’nun Tesis Edilmesinde Türkiye Boyutu - Euro-Atlantic Security Initiative (EASI)

Bir Avrupa-Atlantik Güvenlik Topluluğu tesis edilmesinde pek çok boyut bulunmaktadır, bunların arasında güvenlik konusunun çok sayıda ve farklı taraflarının (siyasi-askeri yönler, ekonomik, çevre ve enerji güvenliği) yanı sıra, iyi yönetişim ve bireysel haklara saygı şeklinde kendini gösteren insan güvenliği boyutu da vardır.

Diğer boyutlar, kilit aktörlerin evrilen rollerine ve önemlerine bağlıdır. Bu açıdan hiçbir aktör, Türkiye’den ve bu ülkenin Avrupa-Atlantik bölgesindeki rolünde görülen çarpıcı değişimden daha önemli değildir. Avrupa-Atlantik Güvenlik Girişimi’nin Türkiye Çalışma Grubu, Türkiye’den ve bölgeden uzmanların katılımıyla oluşturulmuş ve Türk dış politikasındaki yeni girişken tavrı, Ankara’nın kritik önemi olan yakın komşuları üzerinde artan nüfuzunu ve Avrupa-Atlantik bölgesinin diğer kilit oyuncuları ile kurduğu ve evrilen ilişkisini ele almıştır. Aşağıda sunulan rapor, bu unsurların her birini değerlendirmektedir. Ardından, Türkiye bileşeninin daha güçlü bir Avrupa-Atlantik Güvenlik Topluluğu tesis edilmesinde rol oynaması için Türk hükümetinin ve Türkiye’nin Avrupa-Atlantik bölgesindeki ortaklarının atması gereken adımlar konusunda öneriler sunmaktadır.

Avrupa-Atlantik Güvenlik Girişimi (EASI), komisyonun temel anlayışı uyarınca, “karşıt bloklardan ve gri bölgelerden arındırılmış” bir Avrupa-Atlantik Güvenlik Topluluğu oluşturmakla görevlendirilmiştir. Bu topluluk, “anlaşmazlıkların askeri güce ya da bunun kullanımına dair tehditlere başvurmadan çözüleceği, yalnızca diplomatik, yasal ve diğer şiddet içermeyen yöntemleri kapsayan ,” çok geniş bir alan olacaktır. Burada, tüm ülkeler, “üye ülkelerin karşı karşıya oldukları başlıca güvenlik meselelerine yönelik ortak bir anlayış etrafında birleşecek ve bu zorluklara etkin düzenlemeler ve eylemlerle yanıt vermeye hazırlıklı olacaklardır.” Eğer amaç buysa, Türkiye’yi bu girişimin bir parçası haline getirmek oldukça mühimdir.

Karadeniz ve Akdeniz’in kesiştiği yerde ve Ortadoğu’nun, Balkanların, Kafkasların ve Hazar Denizi havzasının hemen yanında bulunan Türkiye, Avrupa-Atlantik bölgesi için aşikar ve emsalsiz jeostratejik öneme sahiptir. 75 milyonluk nüfusuyla Türkiye, Avrupa’nın açık arayla en kalabalık ve çoğunluğu Müslüman olan ülkesidir. Dinamik bir iş ve ticaret merkezidir; ekonomisi 2010’da Çin’den daha iyi performans göstermiştir. Eğer Avrupa Birliği (AB) üyesi olsaydı, son on yıl boyunca topluluk içerisinde en hızlı büyüyen üye ülke konumunda olacaktı.

Avrupa-Atlantik Güvenlik Topluluğu’nun tesis edilmesinde, hemen hemen tüm elzem meseleler Türkiye boyutuna temas etmektedir.  Avrupa-Atlantik topluluğunun kritik bileşenlerinden biri olarak enerji güvenliğini ele aldığınızda, Avrupa’ya enerji taşıyacak güneydeki yeni arz koridorunun geliştirilmesinde Türkiye’nin kilit oyuncu olarak rolü hemen ortaya çıkmaktadır. Avrupa’da Konvansiyonel Silahlı Kuvvetler Antlaşması’nın (CFE) geleceği, füze savunma işbirliği ve stratejik olmayan nükleer silahların yok edilmesi gibi siyasi-askeri konularda Türkiye önemli bir unsurdur. Avrupa-Atlantik ülkelerinin büyük ölçüde Ortadoğu’daki tarihi  değişimlerle başa çıkmaya çalıştığı bir sırada,  Ankara, olayların şekillendirilmesinde rol oynama açısından büyük bir potansiyele sahiptir ve Türk diplomatları, başkalarının dikkati farklı bölgelere kaymışken Balkanlar’da aktif birer oyuncu olmayı sürdürmektedirler. Türkiye’nin ayrıca Sovyet sonrası coğrafyada önemli bir varlığı bulunmaktadır ve bu bölgenin ülkeleri siyasi, ekonomik ve güvenlikle ilgili sorunlarla baş ederken Türkiye bölgede önemli bir rol oynayacaktır. Ankara’nın Moskova’yla pozitif ilişkileri ve Kafkaslar’ daki çatışmaları çözümlemedeki istekliliği, bu bölgenin istikrara kavuşmasına ve Rusya’yla birlikte daha geniş  bir Avrupa-Atlantik bölgesine entegre olmasına katkıda bulunabilir. Türkiye’nin konumu ve görünürlüğü; terörizm, yasadışı göç, organize suç, uyuşturucu kaçakçılığı ve diğer yasadışı ticaret biçimleriyle mücadelede Türkiye’nin işbirliğini ve imkanlarını elzem kılmaktadır.

Kuzey Amerika, Avrupa ve Rusya ortak bir ekonomi ve güvenlik alanı haline gelecekse, aşılması gereken tarihi engeller konusunda da Türkiye’ye büyük rol düşmektedir. Ülkeler arasında uzun bir geçmişe sahip sorunların yarattığı gerilim ve güvensizliklerin aşılması, Avrupa-Atlantik bölgesinin entegrasyonunda bir başka kritik adımdır. Türkiye’nin kilit komşularıyla olan ilişkilerindeki derin gerginlik unsurları giderilmedikçe, söz konusu büyük hedef oldukça sınırlı kalacaktır.

 

MESELENİN ÇERÇEVESİNİ BELİRLEMEK

Çok da uzak olmayan bir geçmişte Türkiye’nin bir dünya hatta bir bölge lideri olarak etkinliği, çoğu zaman iç zayıflıklar ile tarihinin ve kültürünün getirdiği yüklere bağlı olarak  sınırlanmış görünüyordu. İç zayıflıklar kategorisinde, ekonomik yetersizlikler ve etkin bir yönetimi imkansız kılan ve askeri müdahaleye yol açan parçalanmış bir siyasi sistem bulunuyordu. Diğer kategoride ise Avrupa’yla eksik kalmış bir ilişki, Rusya’yla sınırlı bağlar, Arap dünyasıyla, Balkanlar’la ve Ermenistan’la yaşanan soğukluk bulunuyordu. Bu nedenle Ankara, uluslararası ilişkilerde çoğu zaman “sıkletinin altında” dövüşmek zorunda kalıyordu. Pek çok durumda çözümün kaynağı ya da kolaylaştırıcısı değil, meseleleri karmaşıklaştıran, marjinal bir unsur olarak görülüyordu. Bugün ise Ankara’nın yükümlülükleriı ve varlığı belirgin biçimde farklı bir ışıkta görülmektedir.

Ankara faal olarak ve şaşırtıcı derecede çeşitlilik arz eden pek çok konuda Türkiye için bir görüş, bir çıkar ve bir rol dile getirmekte, ardından da Osmanlıdan beri pek görülmemiş bir biçimde sözünü dinletmektedir. Türkiye, kökleri 1980’lere dayanan ve son on yılda dramatik bir şekilde hızlanan değişimler sonucunda gerçekleşen kendi iç toplumsal, ekonomik ve siyasi dönüşümlerine bağlı olarak, çevresindeki değişken bölgede, büyüyen ve önem kazanan bir görünüm ve nüfuz edinmiştir.

Dolayısıyla Avrupa’nın, özellikle de Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi haddinden fazla bir süredir uzak tutuyor olmasının önemi küçümsenemez. Türkiye’nin AB’yle katılım görüşmelerini zorlaştıran karmaşık konular ne olursa olsun, AB’nin Türkiye’yle ilişkileri hakkında stratejik bir vizyonunun olmaması, özellikle de Türkiye’nin Avrupa-Atlantik bölgesi içindeki ilişkilerinin belirleyici bir dönüm noktasına ulaşmasıyla, daha da kritik bir hal almıştır. Türkiye bugün geniş çaplı bir Avrupa-Atlantik topluluğu için her zamankinden daha önemlidir ve bu topluluk da aynı şekilde Türkiye için her zamankinden daha çok önem arz etmektedir.

Türkiye’nin potansiyel bir Avrupa-Atlantik Güvenlik Topluluğu’na katkısı çok önemli olmakla beraber, aynı zamanda da karmaşık ve çelişkilidir.  Ülke, Avrupa-Atlantik güvenliği için önem taşıyan dört bölgede merkezi bir konumdadır: Akdeniz, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya. Dolayısıyla, Türkiye’nin rolünü tanımlama ve dış politikasını yürütme biçimi, bu bölgelerdeki gelişmelerin daha geniş Avrupa-Atlantik bölgesindeki barış ve refahı nasıl etkileyeceğini belirleyecektir. Ancak bu rolün icra edilişi kimi zaman müttefik başkentlerde hoş karşılanmamıştır – Mayıs-Haziran 2010’da İran konusunda ABD, Fransa, Almanya ve İngiltere ile yaşanan anlaşmazlık bunun en bariz örneklerden biridir. Bu ve bunun gibi başka konularda, Türkiye’nin aktivizmi her zaman tutarlı ve koşulsuz başarı sağlamamıştır. Ankara’nın olayların gidişatını etkileme becerisi de zaman zaman sınırlı olmuştur. Örneğin Gazze konusunda İsrail’le giriştiği riskli ve bu zamana kadar sonuçsuz kalan yüzleşme hala sürmektedir ve Recep Tayyip Erdoğan hükümetinin giderek artan ve yüksek sesli itirazlarına rağmen, Suriye kendi sınırları içindeki eylemcilere karşı şiddet kullanmaya devam etmektedir.

Türkiye eski dostlarından ve müttefiklerinden, aynı zamanda Avrupa-Atlantik bölgesindeki diğer ülkelerden de ayrı hareket ettiğinde, hedeflerine ulaşma konusunda daha başarısız olmaktadır; diğerleriyle uyum içinde bir Türkiye, kritik bölgesel ve küresel meselelerde daha fazlasını başaracaktır. Bu uyumu sağlamak elbette yalnızca AB’nin ya da ABD’nin değil, Ankara’nın da görevidir. Dolayısıyla Avrupa-Atlantik ülkeleri bölgesel istikrar ve kalkınmayı güçlendirecek şekilde ortak hareket etmeye çalışırken, Türkiye’yle ilgili beklentiler, Ankara’nın diğer ülkelerden beklentileri kadar büyüktür.

İç meseleleri de dikkate almak gerekmektedir. Neredeyse bütün Türkler, ülkelerinin yaklaşık yüz yıl sonra dünya sahnesinde yeniden ve tarihi bir biçimde boy göstermesinden gurur duymakta ve ülkelerini eleştirenlere kızmaktadırlar, özellikle de bu eleştirileri yapanların kendi politikaları –Irak, Afganistan, İsrail-Filistin ve diğer konularda- Türklere son derece hatalı görünürken. Bunun yanı sıra Türk toplumu kutuplaşmış vaziyettedir. Başbakan Erdoğan ve meslektaşlarının gündemlerine ilişkin derin kuşkular bulunmaktadır. İsrail, Arap dünyası, İran, ABD ve Rusya’ya yönelik spesifik politikalar konusunda antipati ve muhalefet ciddi boyutlardadır. Türkiye’nin etkin bir rol oynaması ve diğer Avrupa-Atlantik ülkeleriyle daha etkin işbirlikleri kurması, büyük ölçüde bu iç gerilimlerin nasıl çözüleceğine ve Ankara’nın modern, laik ve demokratik karakterine uygun biçimde içeride ve dışarıda nasıl hareket edeceğine bağlıdır.

Bu nedenle Avrupa-Atlantik girişiminin Türkiye boyutunun iki tarafı bulunmaktadır ve her ikisini de dengeli ve açık bir biçimde ele almak, hem Türkler hem de onların Avrupa-Atlantik ortakları için temel sorundur.

 

SORUNLAR VE FIRSATLAR

I.Türkiye ve Avrupa Birliği

Rusya gibi Türkiye de, başlıca Avrupa kurumlarından biriyle sıkıntılı bir ilişkisi olan ve Avrupa’nın yapılarına tam entegre olmaması nedeniyle Avrupa-Atlantik Güvenlik Topluluğu vizyonunun netleşmesini zorlaştıran kilit bir Avrupalı oyuncudur. Ancak, Rusya NATO’ya kararlı bir şekilde kuşkuyla yaklaşırken, Türkiye’nin siyasi kültürü ve kamuoyu on yıllardır AB’nin parçası olmayı istemektedir. Bu istek, Avrupa’nın bütün başkentlerinde karşılık bulmamıştır. Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı olunmasının nedeni, topluluğa daha fazla sayıda Müslümanın girmesinden duyulan korku; Türkiye büyüklüğünde bir ülkenin AB kurumlarında diğer ülkelerin gücünü ve nüfuzunu azaltacağına ilişkin bir kıskançlık; ya da kusursuz olmayan bir demokrasi ve komşularla kötü ilişkinin Türkiye’nin üye olmasını engellediği yönünde samimi bir inanç olabilir, ancak altta yatan gerçek, Avrupa’nın büyük bölümünün bugünkü Türkiye’yi doğru dürüst anlamadığı ve hatta anlamaya da istekli olmadığıdır.

Türkiye-AB ilişkileri husumetin ötesinde, kilitlenmiş durumdadır. Müzakereye açılamayacak başlıkların sayısı, müzakereye açık olanların sayısından çok daha fazladır ve başlıklar kapatılamadığı için, yıllarca süren görüşmelerin ulaşacağı  bariz bir son nokta bulunmamaktadır. Gittikçe daha az sayıda Avrupalı, Türkiye’nin nasıl ve neden AB’nin parçası olması gerektiği hakkında konuşmaktadır. Aynı şey Türkiye için de geçerlidir – Ankara’daki liderler kendi kamuoylarına, AB’nin bir parçası olmanın neden mühim bir ulusal çıkar meselesi olduğunu anlatmayı büyük ölçüde başaramamışlardır. Aksine, çifte standartlardan ve sürekli değişen AB koşullarından o kadar çok yakınmışlardır ki, yalnızca altı yıl içinde Türkiye’nin AB’ye üyelik projesini destekleyenlerin sayısı yarı yarıya düşmüştür. Türkiye’nin bir gün AB’ye alınacağını düşünen Türklerin sayısı o kadar azdır ki, bu konudaki umutsuzluk artık siyasi bir mesele olmaktan bile çıkmak üzeredir. Her yönden oksijeni kesilen görüşmeler, yavaş yavaş boğularak ölmektedir.

Türkiye-AB ilişkisi yapısal ve siyasi sorunlarla doludur. Bir barış anlaşması olmamasına rağmen Kıbrıs’ın 2004’te birliğe dahil edilmesi, Türkiye’yle yapılan görüşmelerde Lefkoşe’nin her olumlu adımı veto edebileceği ve Kıbrıs Türkleriyle BM önderliğinde yapılan görüşmelerde Türkiye’nin AB’ye giriş sürecini bir koz olarak kullanabileceği anlamına gelmiştir. Kıbrıs sorunu, AB karşıtlarının arkasına saklanabileceği bir incir yaprağı haline gelmiştir. Nitekim Ekim 2005’te, Türkiye’yle katılım görüşmelerini başlatma yönündeki tarihi kararın üzerinden henüz bir yıl geçmişken, AB liderleri, Kıbrıs ve Ankara’nın diğer AB muhalifleri tarafından bu görüşmeleri sınırlamaya yönlendirilmişlerdir.

Türkiye’nin katılım görüşmeleri yapılan bir ülke olması, kendisiyle olan ilişkilerin yapısal anlamda Avrupa Komisyonu Genişleme Direktörlüğü nezdinde düzenlenmesi anlamına gelmektedir, bu da Ankara’yla daha geniş bir AB stratejik dış politika diyaloğunu sınırlamakta ya da en azından buna yer bırakmamaktadır. Genişlemeden sorumlu komisyon başkanının Türk meslektaşıyla yaptığı konuşmalar, AB dışişleri yüksek temsilcisinin Türk dışişleri bakanı ile yaptığı konuşmaların yerini tutamaz. Arap Baharı ya da Hazar gazı ve enerji gibi spesifik konularda diyalog bir kenara bırakılmış ve AB-Türkiye ilişkilerine dair daha geniş herhangi bir vizyonla bağlantısı kalmamıştır.

Bu durumu düzeltmek kolay değildir. Ankara, AB’yle katılım görüşmeleri yürüten bütün diğer ülkeler gibi muamele görmek istemekte ama farklı olduğuna ve bu farkın tanınması gerektiğine de  – haklı olarak – inanmaktadır. Bu ikisinin aynı anda gerçekleşmesi zordur, Ankara katılım bağlamı dışında ilişkiler geliştirme konusuna temkinli yaklaşmaktadır, zira Fransız cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve Alman şansölyesi Angela Merkel’in öngördüğü gibi “ayrıcalıklı ortaklık” türünden bir ikinci tercihi kabul ediyor görünmekten korkmaktadır. Bunun sonucunda AB Türkiye ile arasına mesafe koymakta ve kendini süreçten giderek daha da ayrıştırmaktadır. Bunun yerine AB, birliğin ilişkilerinin kötü olduğu Arap ve çoğunluğu Müslüman olan diğer ülkelere ve toplumlara Türkiye’nin önemli bir pencere sunduğunu anlamalıdır. Buna karşılık olarak Türkiye de kendisini, bölgesel rolünü güçlendirecek, Avrupalıların önemli konulardaki düşünce biçimini ve eylemlerini etkileyecek ve belki de iki tarafın ortak çıkarlarının söz konusu olduğu konularda daha iyi sonuçların elde edilmesini sağlayacak bir AB bağlantısından ve sinerjisinden mahrum bırakmaktadır.

 

II.Türkiye Çevresindeki Bölgesel Çatışmaları Yönetmek ve Çözmek

Ankara tarihi açıdan bakıldığında pek rahat bir “muhite”  sahip olmamıştır. Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da söylediği gibi, Soğuk Savaş’ın önemli bir bölümünde Türkler, ülkelerinin “üç yanının deniz, dört yanının düşman” olduğunu düşünmüştür. Davutoğlu bunun yerine “komşularla sıfır sorun” politikasını yerleştirmeye çalışmıştır. Gerçekten de AKP’nin 2002’de iktidara gelmesinden önce Türkiye; Suriye, Yunanistan ve Ermenistan’la başlayarak, geçmişten gelen sürtüşmeli ilişkilerini düzeltme yoluna girmiştir. Suriye ve İsrail arasındaki görüşmelerin yeniden başlamasını kimsenin desteklemediği ya da destekleyemediği bir dönemde Türkiye bu boşluğu doldurarak devreye girmiş ve 2007-2008’de ilerleme sağlanmıştır. Lübnan’ın 2009’daki başkanlık krizinin çözülmesinde Katar ve diğer ülkelerle birlikte önemli bir rol üstlenmiştir. ABD’nin Irak işgalinde kenara çekildikten ve bu ülkeye yönelik politikaların, PKKʼnın gerçekleştirdiği terörizm ve onun Kuzey Irak’taki destekçileri tarafından rehin alınmasına  uzun bir süre izin verdikten sonra Türkiye, Mart 2008’den itibaren Başbakan Nuri el-Maliki’nin hükümetine büyük oranda kucak açmış, İran’ı dengeleyecek bir şekilde Irak’ın içişleriyle ilgilenmeye başlamış, Iraklı Kürtler ve liderleri Mesut Barzani’yle uzlaşmış ve bölgede ticaret ve yatırımları geliştirmeyi başarmıştır. NATO’nun Muammer Kaddafi’yle yüzleşmesine Türkiye’nin de katılması, her ne kadar Türkiye Libya’da askeri olarak pasif bir rol üstlenmişse de önemli olmuştur. Balkanlarda ise, Kosova, Arnavutluk ve Makedonya, Türkiye’nin varlığını iyi karşılamıştır.. Türkiye, ilişkilerinin geliştiği Bosna ve Sırbistan arasında diyalog kurulması konusunda da kendisine bir rol bulmuş, Pakistan-Afganistan arasındaki karmaşık ilişkiyi rahatlatma yönünde de çaba harcamıştır.

Bu girişimlerin sınırlı olduğu doğrudur. 2009-2010’da İran’ın nükleer çalışmaları meselesi konusunda gösterdiği çaba, Türkiye-Brezilya-İran arasındaki uranyum değiş-tokuş anlaşması hakkında diğer ülkelerle karşı karşıya gelmesine yol açmış ve Ankara, BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a karşı yaptırımların genişlemesi önergesini veto etmiştir. İsrail-Suriye arabuluculuğu ve İsrail-Hamas arasındaki çatışmanın gizli diplomatik çabalarla çözülmesi girişimi (Hamas tarafından beş yıl boyunca rehin tutulan ve Ekim 2011’de serbest bırakılan İsrail askeri Gilad Shalit’in kaderi de dahil olmak üzere); İsrail’in Gazze’de Dökme Kurşun Operasyonu, İsrail’de hükümet değişimi, Mavi Marmara baskını ve başlıca liderlerin kamuoyu önünde kullandığı sert dil sonucunda çökmüştür. 2010-2011’de Benjamin Netanyahu başkanlığındaki İsrail hükümetiyle ilişkilerin bozulması; İsrail, Suriye, Ramallah’taki Filistin Otoritesi ya da Gazze’deki Hamas rejimi ile bu aktörlerin arasında Türkiye’nin daha uzun bir süre arabuluculuk rolü üstlenemeyeceğini düşündürmektedir.

Ankara’nın Kafkaslardaki rolünü artırmak için yapılan çalışmalar da 2009 yılında, Ermenistan’la ilişkilerin normalleştirilmesi ve Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı hükmü altındaki Ermeniler’in akıbetleri konusundaki zorlu mirasla yüzleşme hususunda yaptığı anlaşmanın gündemden düşmesi nedeniyle başarısızlığa uğramıştır. Türk-Ermeni ilişkilerinin karşılaştığı engel, Ermenistan’la Azerbaycan arasında ikili yakınlaşmayı ve Dağlık-Karabağ anlaşmazlığının çözülmesini de dolaylı olarak yavaşlatmıştır.

Yine de Ankara’nın uzlaştırma ve arabulma çabaları, Avrupa Birliği’nin Avrupa Komşuluk Politikası (ENP) ve Avrupa Akdeniz Ortaklığı’nı (EMP) doğal olarak tamamlayan daha geniş bir stratejik amaca hizmet etmektedir. Aciliyeti olan konularda –Kıbrıs da dahil olmak üzere- ilerleme kaydetmek ve aynı zamanda dış politikadaki rolünü güçlendirmek istiyorsa, Türkiye, hem istikrar, hem de bu bölgeler içinde ve arasında ilişki kurulmasını destekleyen bir liderlik sergilemelidir. Bunu yapabilmek için Ankara’nın elinde önemli yumuşak güç araçları bulunmaktadır. Bunların arasında vizesiz rejimler aracılığıyla serbest dolaşımın desteklenmesi, ortak toplumsal ve kültürel projelerin geliştirilmesi ve geniş ticaret ve yatırım kaynakları sayılabilir. Bu tam olarak AB’nin ENP/EMP kurumlarının yaklaşımını ve kurumların özündeki araçları yansıtmaktadır. Türkiye bu çabalarının karşılığını AB’den daha fazla görmektedir, bu da öğrenilmesi gereken derslere ve değerlendirilmesi gereken bir başarıya işaret etmektedir.

 

III. Arap Baharıyla Baş Etmek

Avrupa-Atlantik’in güney cephesinde Türkiye’nin rolünün yeni ve son derece önemli bir uzantısı olarak Ankara’nın Arap Baharı’yla yapıcı bir ilişki kurması, yalnızca Avrupa-Atlantik güvenliği için değil, aynı zamanda ABD ve AB gibi diğer güçlerin eylemleri için de potansiyel bir ehemmiyete sahiptir. Tarihte, tıpkı diğer ülkeler gibi, doğrudan Arap halkıyla değil de, artık iktidardan düşmüş ya da abluka altındaki liderlerle daha çok bağlantısı olduğu doğrudur. Nüfuzu eşit olarak dağılmamıştır, Magrib’de daha zayıf, Doğu Akdeniz’de daha güçlü durumdadır, yakın zamana kadar da Osmanlı hakimiyeti ve Türk paternalizmine yönelik tarihten gelen bir içerleme ile karşılanmıştır. Ancak Türk kültürü ve yaşam biçimi, komşu Arap ülkelerinde giderek daha bilinir ve popüler hale gelmiştir, bunda da Türk televizyonunun yaygın biçimde izlenmesi, Başbakan Erdoğan’ın İsrail’e karşı durmasının yarattığı imaj ve aynı zamanda Beşar Esad’ın baskıcı rejiminden kaçan binlerce Suriyeli mülteciye Türkiye’nin kucak açması etkili olmuştur.

Avrupa Birliği’ne bağlı EMP’nin ve ABD’nin bölgeye yaklaşımında önemli bir bileşen olan demokrasi teşviki, Türk politikasının açıkça ve operasyonel olarak dile getirilmiş bir boyutu olmamışsa da, Ankara’daki liderler geçtiğimiz aylarda, bölgenin uzun vadeli istikrarı için demokrasinin şart olduğunu giderek daha açık bir şekilde ifade etmiş ve bölgedeki otokratları halkın isteklerine uymaya çağırmış, aksi halde yok olacakları konusunda  uyarıda bulunmuşlardır. Türkiye’nin kalkınma desteği programlarının odağı iyi yönetişim, kadın hakları ve daha geniş siyasi katılım olmuştur. Bu listeye, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan modern bir ülke sıfatıyla Türkiye’nin, kendine yeni bir kimlik bulmaya çalışan Ortadoğu için bir model olabileceği yönündeki iyimser fikri eklemek çok yaygın görülen bir durumsa da, Türkiye’nin bu düzeydeki gerçek katkısı; büyük olasılıkla İslam’ı, laikliği, demokrasiyi ve modernleşmeyi uzlaştırmak gibi dört yönlü bir meseleyi yönetmede göstereceği başarı ve başarısızlığa dayalı bir ders olacaktır.

Ancak Arap Baharı’nın başka bir yönü daha vardır. Türkiye’yi AB’ye dahil etmek için öne sürülen argümanların bir kısmı, Avrupa’nın güneydoğu sınırlarını güven altına almak için güçlü ve yakın bir Ankara’nın gerekliliğine dayanmaktadır. Ancak Arap dünyasının geleceğinin, Irak savaşı ertesinde olduğundan bile daha belirsiz olduğu bir dönemde, Türkiye,  sonu kestirilemeyen bir türbülansın ön saflarına maruz kalmış görünmektedir. AB üyeleri, böyle bir türbülansı neden AB sınırlarına taşıyalım diye sorabilir. Türkiye’nin bir tampon ülke olarak kalması daha iyi görünebilir. Ayrıca güvenlik endişeleri Türkiye’nin bir sınır ortağı olmasını mutlaka gerektiriyorsa, Türkiye zaten bir NATO üyesidir ve bu da dolaylı olarak AB üyeliğinin önemini azaltmaktadır.

 

IV. Enerji

Türkiye, güneyden Avrupa’ya akan petrol ve gaz transit hatlarının oluşturduğu karmaşık bir ağın ortasında yer almaktadır. Bunun sonucu olarak Ankara, kurulan boru hatlarının Avrupa enerji güvenliğini ekonomik açıdan verimli bir biçimde artırması ve bu hatların kurulmasında işbirliği ya da rekabet yöntemlerinin kullanılması, Hazar enerjisinin Rus boyutunun bu süreci desteklemesi ya da baltalaması konusunda ağırlıklı söz sahibi olacaktır. Bugün gündemdeki konu gazdır ve Türkiye de, Hazar’dan Avrupa’ya yeni ve daha büyük hacimli boru hatlarının kurulup kurulmayacağı, kurulacaksa da hangilerinin –Nabucco, Interconnector Türkiye-Yunanistan-İtalya ya da Trans Adriyatik Boru Hattı- kurulacağı konusundaki kararlarda önemli bir rol oynayacaktır. Aynı zamanda yeni gazın Avrupa’da nereye gideceği ve Azerbaycan’dan gelecek ikinci kademe Şahdeniz gazının geliştirilip Avrupa’ya getirilmesi gibi ilintili konularda da büyük bir rolü olacaktır. Aynı durum, Irak ve Türkmenistan’dan gelebilecek potansiyel yeni gaz için de geçerlidir. İran’ı Avrupa enerji şebekesine dahil etmenin önündeki engeller bir gün kalkacak olur ise, Türkiye burada da Avrupa’ya transit koridor görevi görerek, büyük olasılıkla İran’ın geniş Güney Pars gaz sahasının başlıca geliştiricileri arasında alacaktır.

Bu örneklerden her birinin sonucu ve Türkiye’nin (ve diğerlerinin) enerji ticaret borsası ve merkezi haline gelmeyi ne ölçüde başaracağı, Rusya ve Rusya’nın Avrupa ile Orta Asya’daki çıkarları üzerinde bariz etkileri olacak olan enerji rekabetinin Avrupa’da gelişip gelişmeyeceğine ve nasıl gelişeceğine bağlıdır. Güney koridorundan yeni gaz ile güney ve doğu Avrupa’da yeni bir dizi bölgesel gaz interkonektörü ilerleme kaydettikçe, Avrupa içerisinde “gaza karşı gaz” rekabeti artacak, bu da tüketicilerin yararına olacak ve Rusya’nın Gazprom’u üzerinde gaz satışlarında daha ticari bir yaklaşıma doğru gitme baskısı oluşturacaktır.

Ancak Ankara’nın Hazar gazı ve boru hattı konusunda sert, kendisiyle çelişen ya da en azından kafa karıştırıcı pazarlık taktikleri, görüldüğü kadarıyla AB enerji güvenliği hedeflerini baltalamış, bu projelerde karar verme mekanizmasını yavaşlatmış ve hem projeyle ilgilenen Avrupalıları hem de Azerbaycan’ı soğutmuştur. Ankara’nın Ekim 2011 sonlarında Azerbaycan’la Şahdeniz gazının Türkiye’ye satışı ve ardından Avrupa’ya aktarılması konusundaki anlaşması, bu çelişkilerin çoğunu çözmüşse de, halledilmeyi bekleyen bazı konular hala mevcuttur.

 

V. Yeni Tehditler

Terörizm, uyuşturucu kaçakçılığı ve yasadışı göç, neredeyse bütün Avrupa-Atlantik ülkelerinin başlıca güvenlik sorunları haline gelmiştir. Coğrafi olarak bakıldığında Ankara’nın bu yeni tehditlerle mücadelede kritik bir rolü olduğu görülmektedir, ancak ülkenin konumunun yanı sıra açıklığı ve özgürlükleri bu rolün yerine getirilmesini güçleştirmektedir. Görüldüğü kadarıyla yasaların uygulanması konusundaki işbirliği, uyuşturucu kaçakçılığı ve terörizm (örneğin el Kaide konusunda ABD ile, Çeçen direnişçilerle bağlantılı gruplar konusunda da Rusya ile) için daha gelişmiş bir düzeydedir ancak göç konusunda hala katedilmesi gereken mesafe bulunmaktadır, zira  yetersiz sınır kontrolü, Türk kıyılarının Yunan adalarına olağanüstü derecedeki yakınlığı ve geçmişten kaynaklanan şikayetler, iddialar ve kızgınlıklar bu konudaki işbirliğine engel olmuştur.

Avrupa Birliği’ne bağlı ENP ve EMP için en önemli hedeflerden biri terörizm tehlikesini azaltmak, uluslar üstü organize suç operasyonlarını sınırlamak, uyuşturucu akışını kesmek ve göçün etkilerini yönetmektir. Daha temel bir düzeyde, serbest dolaşım uzun süredir bilindiği üzere, bir topluluğu biçimlendirmenin en önemli unsurlarından biridir. Eğer Avrupa-Atlantik Güvenlik Topluluğu ciddi bir hedef olacaksa, Türkiye’nin komşularıyla –özellikle Suriye’yle- vizesiz ilişkileri desteklemeye yaptığı vurgu, buna ek olarak Rusya ve AB arasında vizesiz seyahat konusu bir fırsat sunmaktadır. Ancak bu, yalnızca ikili değil bölgesel bir bağlamda değerlendirilmesi gereken ve ciddi potansiyel sorunlar içeren bir fırsattır.

 

VI. Türkiye-Rusya İlişkileri

Ankara ve Moskova arasında giderek daha detaylandırılan ilişkiler, daha entegre ve daha etkin bir Avrupa-Atlantik Güvenlik Topluluğu fikrini geliştirmek için pozitif bir unsurdur. Yer yer ortaya çıkan anlaşmazlık alanlarını –enerji, bir diğerinin Kafkaslardaki eylemleri hakkında karşılıklı duyulan kuşkular ve Rusya’nın 2007 CFE Antlaşması’nı askıya alması- inkar etmeksizin, bu iki ülke arasındaki ekonomi ve enerji işbirliğinin düzeyi, Kafkaslar ve Balkanlarda birlikte ya da paralel çalışma potansiyeli ve Soğuk Savaş dönemine ait yaklaşımları geride bırakmak konusunda attıkları adımlar hem pozitif bir örnek oluşturmakta, hem de Avrupa’nın bölünmüşlüklerini aşmaya yardım edebilecek bir duruma olanak vermektedir.

Ancak bu pozitif resim diğer Avrupa-Atlantik başkentlerinde bazen farklı görünmektedir. Görünürde Moskova’ya saygı gösteren bir Ankara imajı, Rusya’yla ilgili konularda Türkiye’den itaat görmeye çok uzun bir süredir alışmış Batılı yetkilileri  şaşırtmıştır – Rusya’ya bir nükleer santral ihalesinin verilmesi ya da şeffaflıktan uzak diğer ikili enerji anlaşmaları, Ağustos 2008’deki Rusya-Gürcistan çatışmasında NATO ve ABD’nin Gürcistan hükümetine deniz kuvvetleriyle destek vermesini sınırlayan Montreux Konvansiyonu kurallarının uygulanması ya da Bulgaristan ve Romanya’nın NATO’ya katılmasının ardından Karadeniz’de paktın bayrağını daha güçlü bir şekilde dalgalandırma çabalarının engellenmesi gibi konular bu kapsamdadır. Çizilen bu resimlerin her zaman gerçeklikle uyum içinde olmaması hiçbir şey değiştirmemiştir. Rusya için ise, Türkiye hala NATO’nun önemli bir parçasıdır, şimdilerde füze savunması konusunda ABD ve NATO görüşlerini destekler görünmektedir ve hem CFE Antlaşması, hem de daha geniş kapsamlı bir konu olan Avrupa’nın gelecekteki güvenlik düzenlemelerine karşı çıkmaktadır. Uygulama düzeyinde iki ülke bölgesel konularda çok az işbirliği yapmakta ve Orta Asya, Kafkaslar ve hatta Abhazya’da (Türkler burada kendi etnik soydaşlarının yalnızca Kremlin’e bağlı kalmayıp başka seçenekler de geliştirdiğini görmek istemektedir) birbirleriyle açıkça rekabet etmektedir.

Son olarak, Avrupa-Atlantik bölgesini tutarlı bir alana dönüştürmenin önündeki engellerden biri de ekonomik entegrasyon konusunda birbiriyle rekabet eden projelerin üstesinden nasıl gelineceğidir. Rusya’nın, Sovyet sonrası coğrafyada hem bir gümrük birliği hem de Avrasya Ekonomik Topluluğu’nu yerleştirmeye çalışması, bu ülkelerin AB içine alınması bir yana, AB’yle entegre hale getirilmesi sürecini bile karmaşık bir hale getirmektedir. Türkiye’nin çevre bölgelerde kendi ekonomik entegrasyonunu teşvik etme çabaları –örneğin Gürcistan’la serbest ticaret anlaşması imzalaması- temelde benzer bir problem yaratmaktadır. Burada Türkiye, tıpkı Rusya gibi, beraberinde zorluklar getiren çok önemli bir başka fırsatın merkezinde yer almaktadır: Avrupa-Atlantik bölgesi içindeki bütün ülkelerin daha büyük bir ekonomik bütün içinde birleşmesini engellemeden, ülkeler arasındaki küçük öbekler arasında gerçekleşecek daha fazla ekonomik işbirliği ve entegrasyondan gelecek avantajların güvence altına alınması.

 

ÖNERİLER

Bir Avrupa-Atlantik Güvenlik Topluluğu tesis edilmesi için Türkiye’nin destekleyici rolünü güçlendirmek amacıyla, üç boyutta girişimler önermekteyiz.

 

1.Türkiye ve AB

Katılım görüşmelerinin şu anki tıkanıklığı yüzünden sıkıntılı bir dönem geçiriyor olsa da, Türkiye-AB ilişkisi hala çok önemlidir. Bu ilişki Türkiye’nin daha geniş Avrupa-Atlantik bölgesindeki yerini ve bu bölgeye yaklaşımını biçimlendirmede belirleyici rol oynayacaktır. Libya ve Suriye gibi iki güncel ve ciddi örnekte görüldüğü gibi, Avrupa başkentlerinde ve Ankara’da, çok önemli konularda koordinasyon ve işbirliği sağlamak için önemli bir mekanizma olacaktır.  Her düzeyde daha iyi bir ilişki ve daha gelişmiş bir diyaloğun katılım konusunda ilerlemeye yapacağı katkı, kötü ilişkiler ve önemli uluslararası konularda sınırlı bir diyaloğun yapacağı katkıdan daha fazla olacaktır. Türkiye ve AB, dış politika diyaloğunu daha üst bir düzeye taşırsa her iki taraf da –ve daha geniş Avrupa-Atlantik topluluğu da- bundan faydalanacaktır. Bu yöndeki önerilerimiz şunlardır:

  • Türkiye ve Avrupa Birliği, katılım görüşmelerinden ayrı, ama aynı zamanda “ayrıcalıklı ortaklık” ya da katılım dışında herhangi bir alternatiften de belirgin bir şekilde farklı olan, geniş ve düzenli bir dış politika diyaloğu kurmalıdır.
  • Bu diyalog için sağlam bir temel oluşturulmalıdır, bu da Türk liderlerini, dış politika konularına ayrılmış AB zirvelerine belirli zamanlarda dahil etmekle; Türk dışişleri bakanının Gymnich görüşmelerine katılmasını sağlamakla; AB dış ilişkiler yüksek temsilcisi ve genişlemeden sorumlu komisyon başkanı ile Türk dışişleri ve AB ilişkileri bakanlarının katılımıyla oluşturulacak dörtlü toplantıları düzenli hale getirmekle; ve hem başkentlerde, hem de sahada kıdemli AB ve Türkiye yetkililerinin spesifik konularda sık sık birbirlerine danışmalarıyla mümkün olacaktır.
  • İçerik açısından AB-Türkiye diyaloğu iki tarafın da çıkarlarını etkileyen konuları içermeli ve geniş kapsamlı olmalıdır, Türkiye’nin yakın çevresini aşmalı ve örneğin Çin, Pakistan ve Afrika gibi konuları da içermelidir. Çıkarının söz konusu olduğu ve etkin konumda bulunduğu konularda –üç güncel örnek vermek gerekirse Bosna, Suriye ve İran- Ankara, AB görüşmelerinden dışlanmamalıdır.
  • AB üyesi devletler ve Türkiye, Türkiye’nin AB Siyasi ve Güvenlik Komitesi’ne oy vermeyen üye olarak katılmasının avantajlarını ve fizibilitesini incelemelidir.
  • Böylesi bir diyaloğun etkinliğini artırmak ve Türkiye-Avrupa ilişkisini daha sağlam bir zemine oturtmak için, Kıbrıs açmazını çözmeye başlayacak girişimlerde bulunulmalıdır, bunların arasında ilk adım olarak Kıbrıs’ın (hem Rum, hem de Türk tarafı olarak) Türkiye ve AB’yle ticaret yapmasının önündeki engellerin kaldırılması bulunmalıdır.

 

II. Türkiye ve Bölgesel İhtilafların Yönetimi ve Çözümü

Türkiye, Doğu Akdeniz ve ötesinde ortaya çıkan çatışmalarda arabuluculuk yapma konusunda aktif bir rol üstlenmiştir ve yeni Ortadoğu’da gelişmekte olan olaylarla baş etmek için muhtemelen faydalı olabilecek bir rol oynayabilir. Türkiye’yle Avrupa-Atlantik bölgesindeki diğer ülkeler ve kurumlar arasındaki sinerjiyi en üst düzeye çıkarmak için şunları önermekteyiz:

  • AB, çeşitli Türk oyuncuları (bakanlıklar, ajanslar ve STK’lar) yeni Avrupa Komşuluk Politikası’nın oluşturulması ve uygulanmasına dahil etme ve Avrupa Komşuluk ve Ortaklık Aracı’nın doğrudan katılımcısı yapma konusunda daha aktif bir çaba göstermelidir, zira bu Türkiye’nin kendi kalkınma deneyimini bir AB çerçevesi içinde paylaşmasına olanak tanıyacaktır. Türkiye, AB’nin bu tür çabalarına olumlu yanıt vermelidir.

  • Türkiye Dağlık-Karabağ ihtilafını çözme çabası gösteren AGİT Minsk Grubu’nun içine daha fazla çekilmeli ve bölgesel girişimlerini Minsk süreciyle daha eşgüdümlü hale getirmelidir.

  • Türk-Ermeni ilişkilerinin normalleştirilmesi süreci devam etmeli ve AB bu inisiyatifi desteklemenin yollarını bulmalıdır. Bu yalnızca Avrupa-Atlantik bölgesinde, geçmişten gelen ve uzun süredir gündemde olan bir soruna çözüm bulma çabasına yardım etmekle kalmayacak, Türkiye’nin Kafkaslardaki ihtilaf önleme ve çözme rolünü de genişletmeye yarayacaktır.

  • Türkiye-AB güvenlik ve savunma işbirliğini ve NATO-AB işbirliğini (iki organizasyonun da etkin olduğu durumlarda) normalleştirme konusunda pratik adımlar atılmalıdır.

  • Türkiye, Ortadoğu’da, Balkanlarda ve başka yerlerdeki arabuluculuk çabalarında, AB ve Avrupa-Atlantik topluluğunun diğer üyeleriyle daha yakın işbirliği içinde olmalıdır.

 

III. Türkiye ve Avrupa-Atlantik Siyasal-Askeri Gündem

Türkiye, Avrupa-Atlantik bölgesindeki daha istikrarlı ve işbirliğine dayalı bir savunma ve güvenlik ortamı sağlamaya yönelik her çabanın içinde yer almaktadır. Gözden geçirilmiş ve Kabul Edilmiş CFE anlaşmasında, stratejik olmayan nükleer silahlarla ilgili konularda ve Avrupa füze savunmasında önemli çıkarları söz konusudur. Karadeniz güvenlik düzenlemeleri ve girişimlerinde önemli bir rol oynamaktadır. Terörizm, yasadışı göç, uyuşturucu kaçakçılığı ve diğer yasadışı ticaret biçimlerine karşı savunmada ön sıralarda yer almaktadır. Bu çerçevede işbirliğinin güçlendirilmesi için önerilerimiz şunlardır:

  • Avrupa-Atlantik devletleri, CFE Antlaşması’ndaki tek taraflı kanat sınırlamalarını terk etmeden önce ve Avrupa’da konvansiyonel silahların kontrolünün genişlemesini müzakere ederken, bunların yerine “güvenlik bölgeleri” kurulmasını, burada bütün tarafların silahlanma düzeyinin, askeri tatbikatların ve birliklerin sınırlanmasını ve denetlenmesini ele almalıdır.

  • Eğer NATO’nun bölge dışında konuşlanmış Avrupalı nükleer caydırıcılığı doğal olarak azalırsa, örgütün Türkiye’nin B61 nükleer silahlarının tek ev sahibi kalmaması için gerekli önlemleri alması gerekmektedir.  

  • Türkiye, füze savunması için Avrupa Kademeli Uyum Yaklaşımı’nda yol alırken ABD, Türkiye’yle düzenli olarak istişarelerde bulunmalıdır.

  • NATO ve Türkiye, Türkiye’nin Karadeniz Uyum Harekatı ve NATO’nun Akdeniz’deki Aktif Girişim Harekatı arasında bilgi paylaşımı ve operasyonel işbirliğini geliştirerek sürdürmelidir. 

       
EASI ve EASIʼnin Türkiye Çalışma Grubu hakkında detaylı bilgi için tıklayınız



The Council on Foreign Relations Bu içeriğin telif hakkı Carnegie Endowment for International Peace’e aittir. Carnegie Endowment for International Peace, Global İlişkiler Forumuʼna (GIF) bu içeriği tercüme etme ve GIF internet sitesinde yayınlama hakkını vermiştir. Carnegie Endowment for International Peace ve GIF bağlı kurumlar değildir. Carnegie Endowment for International Peace, GIF sitesinde yayınlanan içerikten sorumlu değildir, ifade edilen fikirler ile ilgili bir pozisyon aldığı sonucu çıkarılamaz. Aynı şekilde GIF, Carnegie Endowment for International Peace sitesindeki içerikten sorumlu değildir.