1990’ların sonlarına kadar ABD Hindistan’ı pek önemsemez, küresel ağırlığı olmayan bölgesel bir güç muamelesi yapardı. Hindistan’ın zayıf ve korumacı ekonomisi küresel pazarlarda herhangi bir varlık gösteremez ve bağlantısızlık politikası Washington’la ara ara gerginliklere neden olurdu. ABD’nin dikkatinin Hindistan’a yöneldiği ender anlar ise, çoğu kez Hindistan’ın Pakistan ile olan askeri rekabetinden kaynaklanırdı.
Ne var ki bugün Hindistan dönüşüm sürecinde olan dinamik bir ülke. 1991’den sonra, zamanın Maliye Bakanı, şu anın Başbakanı Manmohan Singh dahil Yeni Delhi’nin yeni liderleri, ülkeyi yabancı yatırımlara açan ve hızlı bir büyümeyi başlatan ekonomik liberalizasyon politikalarını benimsemeye başladılar. Bugün Hindistan önemli bir ekonomik güç ve (Goldman Sachs ve diğerlerine göre) 2030’un en büyük beş küresel ekonomisinden biri olma yolunda. Gerek G-20, gerekse G 8+5’in (G-8’e ilaveten önde gelen beş gelişmekte olan ekonomi) bir parçası olarak global ekonomik kararların ana aktörlerinden biri olmasının yanısıra, önümüzdeki yıllarda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinden biri konumuna da gelebilir. Sonuç olarak, Hindistan’ın yörüngesi Pakistan’dan çok kesin bir şekilde ayrılmış durumda.
Ülke, ekonomik büyümesi sayesinde ABD’yi stratejik ve ekonomik açıdan çok ilgilendiren bazı konularda önemli bir rol oynama gücünü kazandı. Özellikle, Hindistan global büyümeye katkıda bulundukça, piyasaya dayalı ekonomi politikaları geliştirdikçe, ortak küresel kaynakların güvence altına alınmasına katkıda bulundukça ve Asya’da karşılıklı kazanca dayalı bir güçler dengesini gözettikçe bu ülkedeki reform süreci ve bu sürecin başarısı giderek ABD açısından daha fazla önem kazandı. Zaten Yeni Delhi’nin de beklentisi, karşısında kendisinin dünyanın büyük güçlerinden biri durumuna gelmesine yardımcı olacak bir ABD bulmak.
Birbirini izleyen iki Hint hükümeti, Soğuk Savaş zamanında düşünülemeyecek bir şey yaptılar ve ABD ile stratejik ortaklık arayışına girdiler. İlişkilerdeki bu büyük değişiklik 2008 yılında, iki ülke arasında bir sivil nükleer anlaşmanın imzalanmasıyla taçlandı. Anlaşma, Hindistan’ın Nükleer Silahların Yaygınlaşmasını Önleme Anlaşması’nın taraflarından biri olmamasına karşın, Yeni Delhi ile sivil nükleer ticarete izin vererek bu ülkenin nükleer izolasyonuna bir son verdi. Ancak varılan anlaşma ne kadar önemli olsa da, ABD-Hindistan ilişkilerinde sıkıntılar devam etmekte. Örneğin Pekin’den Brüksel’e ve Tokyo’ya kadar dünyanın her köşesinden başkentlerle daimi diyalog içerisinde olan ABD yetkilileri, Yeni Delhi ile henüz böyle bir yapı kurmadılar.
O halde ABD – Hindistan ilişkisinin geleceğini, gerek Washington’da, gerekse Yeni Delhi’de yapılacak tercihler belirleyecek: ABD Hindistan’dan bir yandan ekonomik ve sosyal değişim sürecini devam ettirirken, diğer yandan da Washington’la ortaklığa gitme fikrini benimsemesini, Hindistan da ABD’den Hindistan’ın güvenlik kaygılarına saygı duymasını bekliyor. Ve her iki ülke de aralarında çıkabilecek anlaşmazlıkları - Afganistan, Pakistan ve Çin’e ilişkin olanlar da dahil olmak üzere - çok dikkatli bir şekilde yönetmek durumundalar.
Dönüşümden Geçmiş Bir İlişki
ABD ile Hindistan arasında geçmişte işbirliğini zorlaştıran üç başlıca engel artık ortadan kalkmış olduğu için, ABD Başkanı Barack Obama ile Hindistan Başbakanı Manmohan Singh bugün kalıcı bir ortaklığa doğru adım atabilecek koşullara sahipler. Geçmişteki bu üç engel Soğuk Savaş politikaları, ticari ilişkilerdeki durgunluk ve Hindistan’ın nükleer programı konusundaki anlaşmazlıklardı.
Soğuk Savaş döneminde Hindistan’ın bağlantısızlık politikası, özellikle de 1971’de Sovyet-Hint dostluk anlaşmasının imzalanmasından sonra, ABD’deki çoğu kişi için Hindistan’ın Sovyet kampında yer alması anlamına geliyordu. Bağlantısızlık politikası Washington için ne kadar rahatsız ediciyse, Hindistan’da da o kadar köklüydü: Bağlantısızlığın tarihi, bu politikayı İngiliz yönetiminden sonra Hindistan’ın uluslararası önderlik sergilemesinin yolu olarak gören ülkenin ilk başbakanı Jawaharlal Nehru’ya kadar uzanır. Ancak Hindistan’ın en büyük ticari ortaklarından biri ve başlıca güvenlik ortağı olan Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte ülke önceliklerini gözden geçirmeye başladı. Böylece ortaya ABD ile daha fazla işbirliği için fırsatlar çıkmaya başladı.
Ne var ki, Hindistan’ın bağlantısızlık politikasını terketmesinden sonra bile iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler çok düşük bir düzeyde kaldı. Hindistan, 1990’lı yıllardaki reformlarını gerçekleştirinceye dek küresel ekonomiye yeterince entegre olamamıştı. Korumacı politikalar izliyor, örneğin birçok sektörde yabancı yatırıma engeller çıkarıyor ve bu da ABD ile ticareti güçleştiriyordu. 2002 yılında ABD’nin Hindistan büyükelçisi Robert Blackwill ABD’nin Hindistan’a yönelik ticaretinin hala “çapati (çok ince bir Hint ekmeği) kadar düz” olduğundan şikayet etmekteydi. 1990’lı yıllarda imalat sanayiindeki büyüme ve ticaret hacmindeki artışa rağmen ülke, birçok Asya ekonomisinin ABD ile ilişki kurmasına imkan veren global tedarik ve üretim zincirlerine dahil olmamıştı. Ancak son yıllarda yapılan yeni reformlar Hindistan’ı, ABD’nin en hızlı büyüyen ticari ortağı konumuna getirdi. Yıllık iki yönlü ticaret hacmi, 2004’te 30 milyar dolardan 2008’de 66 milyar dolara çıkarak iki kattan fazla artış gösterdi. ABD Ticaret Temsilciliği rakamlarına göre Hindistan’ın ABD’deki doğrudan yatırımları 2008’de 4.5 milyar dolara ulaşarak 2007’ye oranla % 60’ın üzerinde bir artış kaydetti.
Yine de, ABD-Hindistan işbirliğindeki en önemli pürüz kuşkusuz Hindistan’ın nükleer programıydı. Hindistan’ın 1974’teki ilk nükleer denemesini izleyen yıllarda Washington, bu ülkenin teknoloji, yakıt ikmali ve nükleer alandaki teknik destek hizmetlerine erişimini çok büyük ölçüde engelleyen yaptırımlar getirdi. Hindistan’ın 1998’deki nükleer denemelerinden sonra da ABD ülkeye doğrudan dış yardımları, ticari ihracat kredilerini ve bir kısım teknoloji transferini kesti. Sonraki yıllarda iki ülkenin arası ısınmaya başladığında, siyasi görüşü ne olursa olsun bütün Hintliler ABD’yi bir yandan Hindistan’la stratejik ortaklığı hedeflerken, diğer yandan da cezalandırıcı yaptırımlar uygulayarak iki yüzlü bir tutum sergilemekle suçladılar. ABD bu yaklaşımını George W. Bush’ın ilk başkanlık döneminde terk etti ve Bush’un ikinci döneminde de sivil nükleer anlaşmanın nükleer ticaret üzerindeki sınırlamaları kaldırmasıyla tamamen farklı bir politika izlemeye başladı. Anlaşma görüşmeleri her ne kadar Cumhuriyetçi Parti döneminde başlatılmış olsa da, Demokratlar’ın ağırlıkta olduğu Kongre’de her iki partinin de ezici çoğunluğu tarafından, o zamanlar Senatör olan Joe Biden, Hillary Clinton ve Barack Obama’nın da oylarıyla kabul edildi. Böylece ABD-Hindistan ilişkilerinin geliştirilmesi isteğinin tıpkı Hindistan’da olduğu gibi ABD’de de partiler üstü bir yaklaşım olduğu ortaya konulmuş oldu. Ayrıca Amerikalı ve Hintli iş insanları, ABD’de okuyan 100 bine yakın Hintli öğrenci, yaklaşık üç milyon Hint kökenli Amerikalı ve ABD’de akrabaları olan onbinlerce Hindistan vatandaşı da, iki ülke arasındaki ilişkileri güçlendirmede çok önemli birer unsur oldular.
Sivil nükleer program üzerindeki görüşmelerde gerek ABD, gerekse Hindistan, şimdiye kadar görülmemiş bir işbirliği kültürü geliştirmeyi başardılar. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Guvernörler Kurulu ve Nükleer Tedarikçiler Grubu’ndaki 50 ülkenin onayını alma çalışmaları çerçevesinde ABD ile Hindistan şimdiye dek hiçbir diplomatik ve siyasi strateji üzerinden gerçekleştiremedikleri kadar yakın bir işbirliği sergilediler. Kısmen bu sayede, Washington ve Yeni Delhi’deki yetkililer şimdi terörizme karşı mücadele, savunma, istihabarat işbirliği gibi hayati öneme sahip konularda birlikte çalışabiliyorlar. Kasım 2008’de Mumbai’deki terörist saldırılar karşısında ABD ve Hindistan’ın ortak hareket etmesi bunun bir örneğini oluşturdu.
Yine de, ABD ile Hindistan arasında daha kalıcı, stratejik ve küresel bir ortaklığın önündeki bazı engeller varlıklarını sürdürüyorlar. Öncelikle, Hindistan’ın bir büyük güç olarak konumlanması ve yüksek ekonomik büyüme oranlarını sürdürebilmesi için daha çok çaba sarfetmesi gerekiyor. Örneğin ekonomisini rekabete ve yatırıma daha çok açması, eşitsizliği azaltacak reformlara devam etmesi, orta sınıfı genişletmesi ve ülkenin fiziksel altyapısını güçlendirmesi gerekiyor.
İkinci olarak, Hindistan’ın yükselmekte olan global nüfuzu, ancak ülkenin yeni doktrinler ve diplomatik beceriler geliştirmesi durumunda sürdürülebilirlik kazanabilir. Hindistan’ın bağlantısızlık politikasını terk ettiğine kuşku yok; ancak ülke hâlâ yeni bir dış politika vizyonu etrafında birleşebilmiş değil. Yeni Delhi’nin sonunda Hindistan’ı ABD ile daha açık ve küresel bir ortaklığa götürecek olan bir stratejide karar kılması mümkün görünse de, bunun bir garantisi yok.
Üçüncüsü, ABD Hindistan’ın çıkarlarını doğrudan etkileyen bazı kaygılarına karşı daha duyarlı olmalıdır. Washington ile Yeni Delhi arasında, Afganistan ve Pakistan, Çin, iklim değişikliği ve başka konularda ufukta bir takım görüş ayrılıkları belirmekte. Bu görüş ayrılıklarını iyi yönetmek, bunun için bazı noktalarda anlaşmaya varmak, bazı noktalarda da anlaşmazlığın etkilerini azalmak, iki ülke arasındaki etkin bir işbirliği için hayati öneme sahip.
Hinditanʼdaki Kritik Dönüşümler
Tıpkı Hindistan’da 1990’larda gerçekleştirilen reformların ABD ile ilişkilerde son zamanlardaki dönüşümün yolunu açması gibi, Hindistan’ın önümüzdeki yıllardaki siyasi tercihleri de hem ülkenin yükselişinin, hem de Washington’la ilişkisinin şeklini belirleyecektir. Belki de bunlardan daha da önemli bir unsur, Hindistan’ın ekonomik olarak büyümeye devam edip etmeyeceği ve dünyanın diğer büyük ekonomileriyle daha da bütünleşip bütünleşmeyeceği konusudur. Bu gerçekleşmedikçe Hindistan’ın uluslararası ekonomide ya da politikada belirleyici bir etkiye sahip olması ihtimali oldukça düşük görünüyor.
Dolayısıyla, geçen sene iktidarını güçlendiren ve parlamentoda sahip olduğu çoğunluğu daha da genişleten Singh hükümetinin neredeyse tamamen iç politika konularına odaklanması oldukça yerinde bir tercih oldu. Hükümetin birinci önceliği Hindistan’ın son küresel ekonomik kriz öncesindeki yüzde dokuzluk büyüme hızını korumasını sağlamak. Kriz ilk başladığında Hindistan’da birçok kişi ülkelerinin küresel trendlerin etki alanının dışında olduğuna inanıyordu. Buna inanmalarının sebebi de ekonominin Hint ihracatlarına olan dış talebe çok bağımlı olmadığını ve nispeten kapalı finans sektörünün riskli finansal varlıklarla fazla haşır neşir olmadığını düşünmeleriydi. Ancak kriz sürecinde Hindistan’ın ihracatı çöktü, sermaye ülkeyi terketti ve büyük Hint şirketlerinin dış finansman kaynaklarıyla bağlantıları koptu. Singh Hükümeti, Aralık 2008’de yüksek sermaye ve altyapı harcamalarını içeren mali canlandırma politikasını benimsediyse de, Hindistan’ın büyüme hızı 2007-8’deki % 9’luk düzeyinden 2008-9 döneminde % 6.7 seviyelerine düştü. OECD tarafından ülkenin büyüme hızının en azından 2011’e kadar bu seviyede kalacağı tahmin ediliyor.
Hem oy oranını arttırmak, hem de büyümeyi teşvik edici reformlara olan halk desteğini arttırmak için Hindistan hükümeti çeşitli sosyal yardım programlarını genişletmenin yollarını arıyor. Geçmişte seçmenler, reformların orantısız bir şekilde seçkinlerin yararına olduğunu gördükleri için her iki büyük siyasi partiyi de cezalandırmıştı. Hindistan Ulusal Kongresi’nin 2004’te iktidara geldikten sonra hem sosyal yardım programlarının kapsamını genişletmeye, hem de – özellikle kırsal kesimde - ekonomik büyüme hızını artırmaya çalışmasının bir nedeni de buydu. 2009’da yenilenen seçimleri de kazandığında birçok yorumcu, partinin beklenenin de üzerinde bir zafer kazanmasını önemli ölçüde, kırsal kesimde istihdam güvencesi vermesine ve çiftçilerin borçlarından feragat etmesine bağladı. Bugün parti liderleri her zamankinden daha çok kırsal kesimde yaşayan ve yoksul vatandaşların gelirlerini arttırmaya odaklanmış durumda. Hükümetin seçim sonrası hazırladığı ilk bütçe, kırsal kesim borçlarından feragat uygulamasının kapsamını genişletti, kırsal kesimde süregelen istihdam garantisine ayrılan kaynağı % 141 arttırdı ve kırsal altyapı programına ayrılan kaynağı % 45 oranında yükseltti.
Hedeflediği büyümeyi yakalamak için Hindistan aynı zamanda fiziksel altyapısını da geliştiriyor. Yük ve yolcu taşımacılığının büyük ölçüde karayoluyla yapıldığı Hindistan’da yolların yalnızca yüzde 2’si otoban niteliğinde. Bozuk karayolları, eski havaalanları, çürümekte olan limanlar, sürekli elektrik yetersizliği Hindistan ekonomisini her bakımdan zayıflatıyor: Hindistan’ın en büyük dört kentini birbirine bağlayan yollar çok kötü durumda; Yeni Delhi’nin vitrini sayılan ileri teknoloji şehri Gurgaon karanlığa ve sıcağa mahkum; ve şehir merkezlerinde bile elektrikler sık sık kesiliyor, klimalar çalışmıyor. 2008’de Singh parlamentoda yaptığı konuşmada, Hindistan’ın gayrı safi yurt içi hasıla büyümesini sürdürebilmesi için elektrik üretimini yılda % 8-10 oranında arttırması gerektiğini söylemişti. Hükümet 2012 yılına gelindiğinde GSYİH için altyapı harcamalarının payını % 4’ten % 9’a çıkarmayı hedefliyor. Bu oran, Çin’in, dünyanın üçüncü en büyük karayolu ve demiryolu ağına sahip olmasını sağlamıştı. Altın Dörtgen adı verilen ve Yeni Delhi, Kalküta, Chennai (Madras) ve Mumbai’yi birbirine bağlayacak milyarlarca dolarlık mega otobanın inşasının tamamlanması da hükümetin planları dahilinde. Hindistan’ın fiziksel altyapısını geliştirmedeki başarısı ya da başarısızlığı ülkenin daha geniş anlamdaki potansiyeline ilişkin çok büyük bir gösterge olacak; çünkü hem bu projeye bağlanan ümitler çok büyük, hem de önünde birçok engel var. Devletin arazi istimlakı birçok zorluklar barındırıyor, maliyetler aşırı yüksek, siyasi partiler arasındaki amansız pazarlık geleneği devam etmekte ve toprağı alınanlar ile toprağı alanlar arasında şiddet olayları da giderek artmakta.
Hindistan’ın ekonomi alanındaki emellerinin önündeki bir diğer engel de toplumsal nitelikte: Her ne kadar ülke bazı alanlarda, örneğin bilgi teknolojilerinde, dünya çapında yeteneklere sahip olsa da, işgücü piyasasında ve eğitim sisteminde çok ciddi aksaklıklarla karşı karşıya. Hindistan’da işgücü orantısız bir şekilde kırsal alanda toplanmakla birlikte büyük ölçüde de organize olmamış faaliyet alanlarında ve sektörlerde yoğunlaşmış durumda. Ülkenin önde gelen geçici iş ve işçi bulma kurumunun başında olan Manish Sabharwal, Hindistan işgücünü güçlendirecek bir dizi geçiş süreci planladıklarını açıkladı: Bunlar, çiftçilikten çiftçilik dışı alanlara, kırsaldan kentsele, organize olmayan sektörlerden organize sektörlere, okuldan işe, yaşamını sürdürecek kadar bir gelirden düzgün bir ücretlendirmeye, mevcut işleri korumaktan yeni iş yaratmaya doğru giden bir geçişi içeriyor. Ancak bu dönüşümlerin gerçekleşip gerçekleşmemesi büyük ölçüde Hindistan’ın eğtim sistemine bağlı. Özellikle büyüyen orta sınıftan gelen eğitime yönelik talep, eğitim alanındaki arzın çok üzerinde ve 160 milyon Hintli çocuk okula gitmiyor. UNESCO’nun açıkladığı son sıralamaya göre, Hindistan, ilköğretimin yaygınlığı, kalitesi, cinsiyet dengesi, ve yetişkin okuryazarlığı açısından 129 ülke arasında 102’inci sırada yer alıyor. Durum böyle olunca, Avrupa, Japonya ve diğer ülkeler yaşlanan işgücünün maliyetiyle yüzleşirken Hindistan bu ülkelerden çok daha genç olan nüfusundan yararlanabilme fırsatını kaçırıyor.
Son olarak gündeme iç güvenlik sorunu geliyor. 2008’de Mumbai’daki terorist saldırılar dünya basının manşetlerinden inmedi; ama aslında 2008 boyunca Hindistan’ın bütün büyük metropolleri bombalarla sarsılmıştı. Mayıs’ta Jaipur, Temmuz’da Ahmadabad ve Bangalor ve Eylül’de Yeni Delhi’nin en ünlü alışveriş merkezi Connaught Meydanı bombalı saldırıya uğradı. Hindistan’ın güvenliğini yalnızca – genellikle Pakistan kaynaklı – terör saldırıları değil, aynı zamanda içerden solcu Naksalit ayaklanmaları da tehdit ediyor. Hindistan’ın bu tehditlerle mücadelesini zayıflatan bir faktör, yönetimin büyük ölçüde federal yapısı. Hindistan istihbaratının ve kolluk kuvvetlerinin işbirliği geleneği oldukça zayıf. Polis federal ölçekte değil, daha çok eyalet ölçeğinde etkin ve eyaletler arasındaki koordinasyon da oldukça etkisiz. Hükümet güvenlik sistemini çeşitli açılardan merkezileştirme, koordinasyonu yükseltme, bütçeyi genişletme, personel sayısını artırma yönünde çalışmalar yürütmekte; ancak ilerleme yine de oldukça yavaş seyrediyor.
Güvenlik sorunları Hindistan’ın geleceğini büyük ölçüde etkilese de, başarısı esas olarak ekonomik ve sosyal tercihlerine bağlı olacak. Ekonomi, altyapı ve insan sermayesi ile ilgili ülkenin yapacağı seçimler, Hindistan’ın küresel etkinliğini ve dolayısıyla ABD-Hindistan arasındaki işbirliğinin potansiyel boyutlarını belirleyecek.
G-20 İle G-77 Arasında
Artan ekonomik gücü sayesinde önünde yeni stratejik olanaklar açılmaya başladığından bu yana, Hindistan değişmekte olan çıkarlarını tartışmakta. Henüz yanıtlanamamış – ve de birçok Hintli için siyaseten hassas – bir soru, Hindistan’ın ileri derecede sanayileşmiş ülkelerle, özellikle de ABD ile ortaklık konusunda nasıl bir strateji izleneceği ile ilgili.
İklim değişikliği bu alandaki tartışmayı gündemin üst sıralarına taşıdı. Ekim 2009’da basına sızan bir iç yazışmaya göre, Hindistan Çevre Bakanı Jairam Ramesh, ülkenin o zaman kadar izlediği politikasından ayrılarak, ileri sanayileşmiş ülkelerin emisyonlarla mücadelede Hindistan’a teknoloji ve finansman sağlayıp sağlamamasından bağımsız olarak ülkenin kendi emisyonlarını kontrol altına alması gerektiğini savunmaktaydı. Ramesh’e göre Hindistan kendi çıkarlarını gözetmeli, G77’ye (Hindistan’ın da aralarında bulunduğu gelişmekte olan ülkeler grubu) takılıp kalmamalı, G20 içindeki (yine Hindistan’ın da aralarında bulunduğu dünyanın en büyük ekonomilerini içeren grup) yerini sağlamlaştırmalıdır. Bu iç yazışma siyaset dünyasında fırtınalar yarattı. Her ne kadar daha güçlü ve ekonomik entegrasyonunu tamamlamış bir Hindistan’ın çıkarları, ABD’nin ve diğer G-20 ülkelerinin çıkarlarıyla giderek daha çok örtüşüyor olsa da, çoğu Hintli çıkarlarının öncelikli olarak gelişmiş ülkelerin yanında yer almaktan geçtiğini düşünmemekte. Politikacılardan ve kendi çalışma arkadaşlarından gelen tepkiler üzerine Ramesh, Kopenhag’daki iklim değişikliği zirvesinde geri adım attı ve Hintli müzakereciler Çin ve diğer G-77 ülkeleriyle birlikte hareket etti.
2008’de ABD ile imzalanan sivil nükleer anlaşma Hindistan’ın uluslararası alanda kiminle dostluk kurması gerektiği konusunda daha da geniş kapsamlı tartışmaları ateşledi. ABD ile Hindistan arasındaki nükleer anlaşma görüşmelerinde Hindistan’ın Dışişleri Bakanı olarak yer alan Shiv Shankar Menon 2009’da “Mesele aslında, anlaşmanın içeriğinden çok, ABD’ye güvenmek Hindistan’ın yararına mı olacak sorusunun, ya da izlenecek siyasi çizginin sonuçlarının ne olacağı gibi konuların çevresinde şekilleniyordu” diyecekti. Hindistan’daki komünistler en çok bu nedenle anlaşmaya karşı çıktılar. Hindistan’ın en güçlü komünist partisinin lideri Prakash Karat 2007’de, “bu anlaşma sonucunda Hindistan’ın dış politikası ve stratejik özerkliği üzerinde çok uzun süreli etkileri olacak bir stratejik kapana kıstırılmış olacağı” görüşünü savunuyordu. Hindistan Ulusal Kongre partisinin bazı ateşli yandaşları bile anlaşmaya kuşkuyla yaklaştılar. Bunlara rağmen Kongre partisinin ağırlıkta olduğu hükümet anlaşmadan vazgeçmedi ve açıkça ABD’yle birlikte hareket etti.
Gerçekten de Hindistan’ın son zamanlardaki birçok dış politika kararlarının daha önce eşine benzerine rastlanmadı: Örneğin Hindistan, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nda ABD’nin desteklediği üç kararı destekledi ve BM Güvenlik Konseyi’nde alınan Tahran’a yaptırım kararını uyguluyor. Ağustos 2009’da bir Kuzey Kore gemisini Hindistan sularında durdurarak taşıdığı kargoyu kontrol etti ve böylece ABD’nin (ve Birleşmiş Milletler’in) Nükleer Silahların Yaygınlaştırılmasını Önleme hedeflerini pratikte de desteklediğini gösterdi. Hindistan ayrıca Afganistan’ın yeniden inşasına yardım fonuna en büyük desteği sağlayan beşinci ülke konumunda. Ülke, hidrojen, karbon depolama ve nükleer füzyon projeleri de dahil olmak üzere iklim değişikliğine karşı ABD tarafından desteklenen neredeyse bütün çokuluslu teknoloji girişimlerinde yer alıyor. İhracat kontrol mevzuatını, Nükleer Tedarikçiler Grubu ve Füze Teknolojisi Kontrol Rejimi standartlarıyla uyumlulaştırdı ve bu normlarda gelecekte yapılacak değişikliklere de uyacağını taahhüt etti. 2004’te ABD ve iki en yakın askeri müttefiki olan Avustralya ve Japonya deniz kuvvetleriyle operasyon bazında işbirliği yaparak Endonezya’daki tsunami kurbanlarına yardım gönderdi. Ordusu ABD silahlı kuvvetlerinin bütün kollarıyla askeri tatbikatlara katıldı. Çin’in protestolarına aldırmayarak ABD ve Japonya ile birlikte üçlü askeri tatbikatlarda yer aldı. Çok uzun bir süre bağlantısızlık politikası gütmüş olan bir ülke için böylesine açık bir şekilde ABD’nin yanında yer almak son derece köklü reflekslerden kopuşu ifade ediyor. Bu kopuşun kalıcı olup olmayacağını Hindistan’ın dış politika vizyonu üzerine yapılacak daha kapsamlı tartışmalar gösterecek.
Bir Nüfuz Öyküsü
Hindistan’ın küresel ölçekteki emellerinin önünde coğrafi konumundan kaynaklanan engeller bulunuyor. Güney Asya’nın en istikrarlı ülkesi olsa da, istikrar açısından daha zayıf durumda olan komşularında yaşanan gelişmeler Hindistan’ın dikkatini dağıtıyor ve hedeflerinden saptırıyor: Pakistan kurumsal zaaflardan ve ülkedeki aşırı uçların güçlenmesinden muzdarip; Nepal, seçkinlerinin iktidar mücadelesi ve eski Maocu ihtilalcileri merkez siyasi yapıya dahil etme çabalarıyla zayıf düşmüş durumda; Sri Lanka etnik ve anayasal sorunlarla boğuşmakta; Bangladeş ile Burma da ekonomik göçmenler, sığınmacılar ve aşırı uçlar gibi bazı istenmeyen unsurları ihraç etmeye mecbur kalmış durumda.
Hindistan’ın son yıllarda Pakistan’la iyice bozulan ilişkileri ciddi bir kaygı konusu. Bu yüzyılın ilk yıllarında Hindistan Pakistan’la ilişkilerinde iyileşmeye doğru önemli adımlar attı. Örneğin, 2003 yılında ateşkes ilan etti, ticari ilişkilerini ve seyahat bağlantılarını arttırdı, Pervez Müşerref Hükümeti ile, Kaşmir dahil en tartışmalı konularda mutabakatın yolunu açacak çerçevenin belirlenmesiyle sonuçlanan dolaylı bir diyalog kurdu. Ancak her iki ülkenin, özellikle de Pakistan’ın siyaset sahnesi, nihai bir barışçı çözüme ulaşmak bir yana, normalleşmeyi bile kolaylaştıracak durumda değildi. Pakistan’da planlanan Hindistan’a yönelik büyük terörist saldırılar, özelikle Kasım 2008’deki Mumbai saldırısı, müzakere atmosferini olumsuz etkiledi. Bugün Pakistan’da siyasi iktidarın gücü darmadağın olmuş durumda, radikalizm Afganistan sınırındaki aşiretlerin yaşadığı bölgelerden Pakistan’ın büyük şehirlerine yayılmakta. Dolayısıyla her ne kadar Hindistan’ın çıkarları giderek Güney Asya sınırlarının ötesine geçiyor olsa da, yukarıda anlatılan tehditler, Yeni Delhi’yi küresel sorunlardan uzaklaşarak ülkenin iç önceliklerine odaklanmaya zorluyor.
Dünya sahnesinde daha büyük bir oyuncu olabilmesi için Yeni Delhi’nin iki önemli amacı gerçekleştirmesi gerekiyor. Birincisi, hareketini sınırlayıcı Güney Asya zincirlerini kırarak Doğu Asya ekonomik sistemine dahil olmuş gerçek bir Asya gücü haline gelmek ve daha geniş bir alanda nüfuz sahibi olmak; ikincisi ise gücünü ve etkisini küresel boyuta yükseltmektir. Bu ikinci amacı, çeşitli şekillerde, dünyanın ortak kaynaklarını koruyarak, uluslararası finansın şekillendirilmesine katkıda bulunarak, yoksul ülkelere yardımlarda daha fazla yer alarak, ya da G-20’deki ve diğer uluslararası kuruluşlardaki yerini güçlendirerek gerçekleştirebilir.
Hindistan, birinci yolda şimdiden ilerlemeye başladı. Ülkenin, 1960’lardan 1990’ların ortalarına kadar Doğu Asya’da oynadığı stratejik ve ekonomik rol son derece sınırlıydı. Bunun bir nedeni de, Soğuk Savaş döneminde diğer Asya ekonomilerinin ABD’yle bağlantısını sağlayan ve başarı getiren ihracata dayalı büyüme modelini reddetmesiydi. Bugün ise Hindistan Doğu Asya’da daha önemli bir rol oynuyor. Bunda etken olan bir unsur, bölgede (ve Hindistan’da da) çoğu kişinin Çin’in sürekli büyüyen gücünden tedirgin olması ve büyük, zengin bir Hindistan’ı bölgedeki güçler dengesi açısından güven verici bir dayanak olarak görmesi. Son yıllarda Yeni Delhi, Singapur, Kuzey Kore ve ASEAN (Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği) ülkeleriyle serbest ticaret anlaşmaları imzaladı. Bunun yanı sıra Doğu Asya Zirvesi ve ASEAN Bölgesel Forumu gibi bölgesel kuruluşlara üye oldu. Avustralya, Japonya, Singapur ve Vietnam gibi Çin’in yükselişinden Hindistan gibi tedirgin olan ve ABD ile yakın, ya da daha derin güvenlik bağları kurmaya istekli, dört ülkeyle güvenlik konusundaki ilişkilerini geliştirdi. Ancak Hindistan’ın ekonomik entegrasyon boyutu bu gelişmelerin gerisinde kalıyor. ASEAN’ın toplam ticaret hacmi içinde Çin’in payı % 10.4 iken, Hindistan’ın payı yalnızca % 2.7’de kalıyor.
Hindistan’ın önündeki ikinci hedefin gerçekleştirilmesi birinciden de daha zor. Her ne kadar Yeni Delhi Basra Körfezi, Afrika ve daha düşük düzeyde de olsa Orta Asya’daki etkisini artırmayı başardıysa da, küresel ölçekteki nüfuzunu artırma yeteneği, bugüne kadarki çabalarını bütünsel bir strateji çatısı altında birleştirmede göstereceği performansa bağlı. En başta yapması gereken, ekonomik gücünü Çin’in yaptığı gibi stratejik kazanımlara dönüştürmeyi başarmak olmalı. Bugüne kadar Hindistan’ın küresel bir güç haline gelme alanındaki karne notu pek iyi değil.
Çin’in ve Japonya’nın Afrika’da nüfuz elde etmek için başarıyla kullandığı dış yardım konusu bu duruma iyi bir örnek oluşturuyor. Hindistan, Afrika’ya yaptığı yıllık yardımı arttırarak ve 2008’deki Hindistan-Afrika Zirvesi’nde 5 milyar dolarlık bir kredi açmayı vaad ederek ancak çok yakın zamanda bu yarışa katılabildi. Fakat, bu yardımın Hindistan’a pek fazla bir stratejik ya da ticari getirisi olmadığı gibi, ona Afrika’ya yönelik kurumlarda daha güçlü bir konum da kazandırmadı. Hindistan, 1982 yılından bu yana Afrika Kalkınma Bankası’nın üyesi olmasına rağmen, Çin, Japonya, Suudi Arabistan ve Güney Kore dahil, neredeyse bütün diğer bağış sahiplerinden daha az oy hakkına sahip.
Çeşitli lider konumunda ya da lider olma yolunda ilerleyen güçler, örneğin Çin, Avrupa Birliği, Japonya ve Rusya, kamu yararına işler yaparak, önde gelen ekonomilerin oluşturduğu klüplere üye olarak, uluslararası finans kuruluşlarındaki oy ağırlıklarını arttırarak ya da küresel piyasaları etkilemek için ekonomik ve finansal araçları harekete geçirerek güçlerini gösteriyorlar. Hindistan bu alanda Pekin, Brüksel ya da Tokyo’nun gerisinde kalıyor. Bu durum özellikle ortak küresel varlıklarla ile ilgili konularda kendini gösteriyor. Gerçi Hindistan’ın denizlerde ve uzaydaki yatırımları artıyor. Dahası, Somali yarımadası açıklarında korsanlara karşı mücadelede şimdiye kadar görülmemiş ölçüde aktif rol alıyor. Ancak, yine de Hindistan küresel ölçekte ortak varlıkları üretenlerden değil, hâlâ bunlardan yararlananlar arasında yer alıyor. Bu en çok güvenlikle ilgili sorunlar açısından geçerli. Benzer bir şekilde Hindistan bugün, G-20 gibi en seçkin klüplere üye olsa da, ülkedeki bazı karar alıcılar, küresel petrol hammadde stoklarının koordinasyonunu yürüten Uluslararası Enerji Ajansı da dahil, Hindistan’ın küresel süreçlere daha aktif katılımını memnuniyetle karşılayacak olan başka bazı kuruluşlara karşı fazla temkinli davranıyorlar. Hatta Hindistan’ın dünyanın en seçkin klübü konumundaki BM Güvenlik Konseyi’ne katılım girişimleri de bugüne kadar engellenmiş bulunuyor.
Önümüzdeki beş yıl içinde Hindistan büyük bir olasılıkla uluslararası finans kuruluşlarındaki ve küresel piyasalardaki etkinliğini artıracak. Geçen Eylül ayındaki G-20 toplantısında üyeler gelişmekte olan ülkelerin Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’ndaki temsilci sayılarını arttırarak Hindistan’ın bu iki önemli küresel kuruluştaki rolünü güçlendirmiş oldular. Hindistan da küresel piyasalar ve fiyatlar üzerinde etkisini göstermeye başlamış durumda. Jaguar, Land Rover ve aluminyum imalatçısı Novelis gibi önemli markaları satın alan Hintli şirketler de küreselleşme sürecinde yol alıyorlar. Hint hükümetinin IMF’den altın fiyatlarını % 2.2 oranında yükselten 200 tonluk altın alımı yapması da Asya’daki merkez bankalarının ABD doları cinsinden varlıklarını çeşitlendirmeye başladıklarının işaretini veriyor.
Hindistan’ın küresel nüfuza sahip olma hedefini gerçekleştirme yolunda başarı göstermesi gereken son konu da, dış politikasını hayata geçirme yeteneğidir. Bir önceki ABD Dışişleri Bakanlığı görevlisi Daniel Markey’in de yazdığı gibi Hindistan’ın dış ilişkiler sisteminde kullandığı “yazılım” gelişmemiş bir versiyon olup, zayıf bir performans gösterme riski taşıyor. Hindistan’ın dışişleri kadrosu yetersiz, terfide kıdem diğer kriterlerin önüne geçiyor, beyin takımına ve üniversite bünyesinde saha çalışmaları programlarına yeterli yatırım yapılmadığı gibi bunların çapları da küçük kalıyor. Hindistan daha küresel stratejiler geliştirmek ve hayata geçirmek istiyorsa, bu alanlarda yapılacak iyileştirmeler büyük önem taşıyor.
Ufukta Beliren Anlaşmazlıklar
Her ne kadar Hindistan’ın iç ve dış politikada yapacağı tercihler gelecekteki gücünü, prestijini ve ortaklıklarını etkileyen en önemli unsur olsa da, burada ABD’nin vereceği kararlar da rol oynayacak. Bu özellikle Hindistan’ın çıkarları açısından somut önemi olan Afganistan gibi kritik konular için geçerli. Washington ile Yeni Delhi son on yıl içinde mesafe kaydettikleri konulardaki diyaloglarına, özellikle savunma, ticaret, enerji, çevre ve eğitim gibi konularda kurdukları işbirliğine, hız vermeliler. Sonuç belirleyici potansiyeli olan beş stratejik konu üzerinde muhtemel anlaşmazlıkların iyi yönetilmesi bu yolda onları bekleyen önemli bir zorluk. Bu beş konu, Afghanistan-Pakistan stratejisi, Çin politikası, silahlanmanın denetlenmesi, iklim değişikliği ve ileri teknoloji alanında işbirliği olarak sıralanıyor. Gerek Washington gerekse Yeni Delhi, önceki dönemde ikili ilişkilerine damgasını vuran katı yaklaşımdan vazgeçerek uzlaşmacı bir üslup benimsemeliler.
Hintliler Obama Hükümeti’nin Afganistan ve Pakistan’a yönelik politikalarına ilişkin üç soru soruyorlar: ABD Afganistan’da uzun süre kalıp, savaşacak mı? Hindistan’ı hedef alan gruplar ve kişileri çökertmesi için İslamabad üzerinde kararlı bir baskı uygulayacak mı? Ve Pakistan hükümetinin önceliklerini değiştirmesi ve terörizmi alt etmeye odaklanması umuduyla Hindistan’ın Pakistan’a tavizler vermesi için talepte bulunma fikrine karşı direnecek mi?
Obama’nın Afganistan’a 30 bin kişilik ilave birlikler konuşlandırma kararı, oradaki çatışmayı Güney Asya’daki ABD gücünün kalıcılığının işareti olarak gören Hintli çevrelerin içini rahatlatmış olmalı. Ancak Obama’nın 2011’de başlayacak bir geri çekilme takviminin altını çizmesi Hindistan’da çoğu kişiyi de kaygılandırıyor. Washington’ın Pakistan’a yaklaşımı Hindistan için daha bile az güven veren bir mesele. Mumbai’dekine benzer bir saldırı olursa ve Yeni Delhi Washington’dan İslamabad üzerindeki baskısını artırmasını talep ederse, ABD nasıl bir tavır alacak? Peki ya Hindistan böyle bir saldırıya silahla cevap verecek olursa ne olacak? 2008 Mumbai saldırılarından bu yana ABD, Hindistan’ı hedef alan militan grupları çökertmesi için Pakistan’a yaptığı baskıları arttırmış bulunuyor. Yine de Hindistan’da çoğu kişi ABD’nin daha yoğun baskı yapmasını istiyor ve ABD’nin doğrudan Amerikan çıkarlarını hedef olan gruplara odaklanma şeklindeki geleneksel yaklaşımına geri dönmesinden korkuyor.
ABD-Hindistan işbirliğindeki yeni gelişmelere rağmen Hindistan’daki stratejik çevrelerde, ABD’nin son zamanlarda Pakistan’a yaptığı yardımı ve askeri işbirliğini arttırmak suretiyle bu ülkeye meyilli olduğu yönünde güçlü bir algı oluşmuş durumda. Özellikle Amerika’daki bazı etkili yorumcuların, (askeri gücünü doğu sınırından çekerek, Pakistan’ı esas olarak El Kaide ve Taliban’a karşı kullanmaya sevkedeceği umuduyla) Washington’ın Yeni Delhi üzerinde Pakistan’a yönelik askeri pozisyonunu değiştirmesi, hatta Kaşmir konusunda kalıcı bazı tavizler vermesi için baskı uygulamasını önermeleri Hindistan’daki çoğu kişiyi kaygılandırıyor.
Hindistan’da çoğu kişi bu yaklaşımın suçu mağdura yüklemek anlamına geldiğini düşünüyor. Ayrıca bunu gereksiz ve hatta Hindistan ile Pakistan arasında yakın zamana kadar dolaylı yollardan ama oldukça yapıcı bir şekilde gelişen diyalog sürecine istenmeyen bir Amerikan müdahalesi olarak görüyorlar. ABD’nin bu yönde yapacağı bir baskı, Yeni Delhi tarafından kesin olarak reddedilecek ve ABD - Hindistan ilişkilerinde geri adım attıracak, aynı zamanda da Hindistan-Pakistan arasındaki barış sürecini baltalayacaktır. Ayrıca Pakistan’ı birliklerini yeniden konuşlandırmaya ikna etmek de pek mümkün görünmüyor. Yeni Delhi ile İslamabad arasındaki ilişkilerin en fazla ilerlemeyi gösterdiği dönemde bile- ki bu dönem, 2006’daki terörist saldırıları ve ardından 2008’de Müşerref hükümetinin düşmesiyle sona ermiştir. Pakistan önceliklerinde bir değişiklik yapmamış, ya da askeri birliklerini doğudan çekip batıda konuşlandırmamıştı.
ABD ile Hindistan ortaklığının önünde bir başka aşılması gereken güçlük de Çin’dir. Hindistan’da Obama yönetiminin Hindistan’ın çıkarlarına zarar verecek şekilde Pekin’e yaklaşmakta olduğuna ilişkin yaygın bir kanı var. Oysa Obama’nın Çin politikası Richard Nixon’dan bu yana bütün ABD başkanlarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Hindistan’ın bu kaygısı, Çin’in giderek artan ağırlığının Washington’ı bir ABD – Çin ortak egemenliğine (hatta bazıları buna G-2 adını veriyor ) doğru yönelteceği, bunun da Hindistan’ı, ülkeyi doğrudan ilgilendiren konularda bile devre dışı bırakacağı korkusundan kaynaklanıyor.
Çin’in Pakistan’la yakın ilişkiler kurmaya devam ettiği ve Hindistan’dan (İsviçre’nin iki kat büyüklüğünde bir eyalet olan Arunachal Pradesh dahil) toprak taleplerini sürdürdüğü koşullarda, Hindistan Pekin’i dürüst bir müzakereci olarak görmüyor. ABD’li yetkililer Çin’le ilişkilerini geliştirmeye gittikçe daha çok zaman ve enerji harcarken Hintliler, Washington gerçekten Hindistan’a Asya’da güçler dengesini koruyucu bir rol mü biçiyor, yoksa Obama Yönetimi Hindistan’a Asya’daki öncelikleri arasında tali bir yer mi veriyor, sorusunu sormaktalar. Daha açık bir dille söyleyecek olursak, Hintliler, örneğin Çin-Hindistan sınırında gerilimin tırmanması durumunda, Washington’un Hindistan’ın Çin baskısından kurtulmasına yardımcı olmaya pek de gönüllü olmayabileceğinden endişe ediyorlar.
Çin bilhassa önemli, çünkü Hindistan’ın savunma planlamasında Çin, bugüne kadar merkezi rol oynayan Pakistan’ın yerini almaya başlıyor. Çin, Hindistan’a en fazla üçüncü dereceden – iç güvenliğin ve Doğu Asya kıyılarından gelen tehdidin çok daha gerisinde – bir güvenlik önceliği verirken, Hindistan Çin’i birinci dereceden güvenlik önceliği olarak görüyor. Çin ile Hindistan ilişkilerindeki gelişmeler, Hindistan’ın stratejik caydırıcılığının ne kadar güvenli olduğu ve yeni bir nükleer deneme yapılıp yapılmayacağı konusundaki iç tartışmalarında önemli bir yer tutuyor.
Silahlanma kontrolünün Washington ile Yeni Delhi arasındaki potansiyel gerilim kaynağı olmasının önemli bir nedeni de bu. Obama yönetimi, Kapsamlı Nükleer Deneme Yasağı (CTBT) Anlaşması’nın onaylanması için yeni bir hamleye hazırlanıyor. Çin bu anlaşmayı onaylarsa, Hindistan’ın üzerinde de aynı yönde bir baskı olacak. Ama Hindistan’da çoğu kişi, Çin’le nükleer rekabet nedeniyle Hindistan’ın bu anlaşmayı imzalayamayacağına inanıyor. Hatta bir kısım Hintli nükleer bilimci, 1998’deki denemelerin başarısından kuşku duydukları gerekçesiyle hükümeti yeni nükleer denemelere ikna etmek için çalışıyor. Şu an için Hindistan’ın yeni nükleer deneme yapması uzak bir ihtimal görünüyor. Ancak, Obama Yönetimi bu konuda baskı uygulasa bile, ülkenin CTBT ya da benzer anlaşmaları imzalama ihtimali de aynı derecede uzak.
İklim değişikliği de görüş ayrılığı olabilecek başka bir konu. Washington da, Yeni Delhi de yeşil enerjiye yatırım yapılmasını destekliyor. Ancak uluslararası kuruluşların emisyonların düşürülmesini zorunlu kılması ve bu alanda denetimler uygulanması konusu, çoğu çevrenin bunu büyümeyi yavaşlatacak ve ülkenin egemenliğini zedeleyecek bir girişim olarak görmesi nedeniyle, Hindistan’da siyasi bir dinamitten farksız. Hindistan, emisyonlarda uluslararası “danışma ve analiz”e tabi bir indirime gidilmesini kabul ediyor, ancak bunun resmi bir şekilde denetlenmesine ve izlenmesine razı gelmiyor. Ülke ayrıca, uluslararası finansman ve teknoloji desteği ile yürütülen emisyon düşürücü çalışmaların uluslararası kuruluşlar tarafından izlenmesine izin vereceğini, ancak iç kaynaklardan finanse edilen bu yöndeki faaliyetler için bunun söz konusu olamayacağını açıkladı. Sonuçta, her ne kadar ABD ile Hindistan yeşil teknolojiler konusunda işbirliği yapmaktalarsa da, iki ülkenin genel yaklaşımı, büyük bir ihtimalle, (Kopenhag’da görüldüğü gibi) küresel iklim görüşmelerinde muhtemel bir işbirliğinin boyutlarını kısıtlayacaktır.
Son olarak, (temiz enerji dahil) teknoloji transferiyle ilgili sorunlar da tartışmalara yol açacak nitelikte. Hindistan hükümeti ve sanayi sektörü, ABD’nin ulusal güvenlikle ilgili ürünlerin ihracatının denetlenmesi ve fikri mülkiyetin korunması konusundaki ısrarının lisanslar ve transferleri çok fazla kısıtladığından uzun zamandır şikayetçi. Hintliler, eğer Washington Hindistan’ı gerçekten bir ortak olarak görüyorsa, Washington’un Hindistan’ı bu kadar çok sayıda çift kullanımlı ve savunmayla ilgili teknolojilerden yoksun bırakmaya bir son vermesi beklentisi içindeler. Bu şikayet, çok büyük bir ihtimalle iklim değişikliği ve teknoloji konusunda ticari işbirliği müzakerelerine sızacaktır.
ABD ile Hindistan arasındaki görüş ayrılıklarının olumsuz etkilerini azaltmanın bir yolu, karşılıklı anlaşmanın var olduğu konularda iki taraflı işbirliğini zenginleştirmektir. Örneğin ticaret alanında, tartışmaların büyük bir bölümü Doha’daki çok-taraflı ticaret görüşmelerinin başarısızlığı çevresinde dönerken, ABD ile Hindistan bunun yerine iki ülke arasındaki ikili yatırım anlaşmasıyla ilgili görüşmeleri sonuca ulaştırmaya odaklanabilirdi. ABD, Hindistan’ın mal ve hizmetlerde en büyük ticaret ortağı iken, Hindistan ABD’nin ticaret ortakları arasında ancak 18. sırada Belçika’yla birlikte yer alıyor. Doha Görüşmeleri’nde tıkanma yaşanırken, yatırımcıyı koruyacak yeni önlemler öngören bir ikili antlaşma en azından iki ülke arasındaki ticareti geliştirebilirdi.
Her iki taraftaki yapısal engellerin kaldırılması da aynı şekilde yapıcı bir rol oynayabilir. Hindistan, ABD’nin katı ihracat kontrolleri ve vize politikalarından; ABD de Hindistan’ın Amerikan şirketlerinin en çok ilgi duyduğu sektörlerdeki, örneğin sigortacılık ve perakendecilik alanlarındaki yabancı yatırımı engelleyici mevzuatından şikayetçi. Her iki ülkenin benimseyeceği yeni politikalar, ticaretin önünü açacak ve ikili ilişkilerin çok-taraflı anlaşmazlıklardan ayrı tutulmasını sağlayacaktır. Washington ile Yeni Delhi, ayrıca, ilişkilerinde daha şeffaf olabilirler. ABD’li yetkililer, Washington ile Pekin arasında Hindistan’ı ilgilendiren konulardaki görüşmeler hakkında Hintli mevkidaşlarını bilgilendirebilir; Hindistan da, Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’den oluşan BRIC topluluğunun zirvesindeki gelişmelere ilişkin ABD’ye bilgi verebilir. Terörizme karşı mücadelede daha yakın bir işbirliği, Pakistan’la ilgili gelişmelerde de daha yakın bir koordinasyon anlamına gelecektir.
ABD ile Hindistan önemli ortak çıkarlara sahipler: Her ikisi de global büyümeyi, küresel ortak varlıkların korunmasını, küresel enerji güvenliğini güçlendirmeyi ve Asya’da bir güçler dengesinin kurulmasını istiyor. Dolayısıyla her iki ülke de aralarında her düzeyde işbirliğinin kapsamını genişletmeli, kalitesini yükseltmeli ve yoğunluğunu arttırmalıdır. Ancak, ABD ile Hindistan’ın ilişkileri konusundaki esas sınav, Washington ile Yeni Delhi’nin bu ortak çıkarlarını, dünyanın her yerinde birbirini tamamlayan politikalara dönüştürüp dönüştüremeyecekleri noktasında verilecektir.
|
Bu içeriğin telif hakkı Foreign Affairs’e aittir. Foreign Affairs, Global İlişkiler Forumuʼna (GIF) bu içeriği tercüme etme ve GIF internet sitesinde yayınlama hakkını vermiştir. Foreign Affairs ve GIF bağlı kurumlar değildir. Foreign Affairs, GIF sitesinde yayınlanan içerikten sorumlu değildir, ifade edilen fikirler ile ilgili bir pozisyon aldığı sonucu çıkarılamaz. Aynı şekilde, GIF Foreign Affairs sitesindeki içerikten sorumlu değildir. |